KUM SAATİ
Geldim işte. Nice sevişmeler, pençe yaraları
ve zakkum eriyikleri getirerek kanatlarımda
parmaklarınızı inciten dikenleri gösterdim
oysa ölümünüze ağlanıyordu o anda : Çöl işaretleriydi
gözleriniz. Ehramlar yaralamıştı sürüyü, kan
sızıyordu taşlardan. Babil Kulesi’nin fenerleri
sönmüş, İskenderiye Kütüphanesi milyonuncu kez yanıyor!
dedim; aldırmadınız. Bilmiyorum yüreğiniz neredeydi?
Geldim işte. Göğsümdeki ateşin tavını teninize dökerek,
bahçelerin çemeniyle bir tutamazdım ki yüzünüzün
zehîrî yeşilini... Geldim işte Divân’ınıza :
Yollar boyu ölümdü yedeğimde taşıdığım.
Surların önünde vuruştuk sizinle; kim daha haklı,
bilerek... Kılıçlarının topuzu kan damlatan
bedeviler, otağ söküyorlardı...
Şeyhler hınzır kaşlarının altında, esrar çubuklarının
kirli dumanında altın alıp kin satıyorlardı
halka halka : Halk’a! Bir bir anlattım bunları.
Geldim işte. Getirdiklerimle örseleyerek mumdan
gözyaşlarınızı ve kumdan kalelerinizi yerle bir ederek.
Geldim işte. Küpteki suyu, tulumdaki şarabı
ve tenimdeki kılıç artıklarını ortaya dökerek.
Huzurunuza geldim : İşte geldim, dedim...
Eteklerimde bahar, gölgemde serinlik, tükürdüm
suskunluğumu ipek urbalarınıza : Size o ışığı getirdim.
Tan atımının ketenine sesimin en kelebek şarkısını
dokudum da geldim. Dedim : Orion’um ben, artık
kovabilirsiniz kabilenizden!
Ah! eskisinden de güçlüyüm artık,
çıkmıyorum karşınıza yenilgiyi öğrenmeden.
Geçtim bütün kan tapınaklarından, anaforlardan, ölüm
senfonilerinden. Neşter yemiş sahtiyan’ım.
İşte geldim! Bir yanım Nil’in kabaran suyu,
Dicle’nin laneti diğer yanım. Ah! kovsanız da beni
yenerek geldim ölümü, ölüm korkusunu :
Hayat bir çağlayandır artık, dökülüyor, şerha şerha
ellerimden... Pelerinimde ışık, saçlarımda tarçın yağmurları,
rehberim dağlar ve kuşlar... Şimdi bekliyorum zamanını Aşk’ın
Bir kum saati’nin önünde; yenilmek duygusuna yenilmeden!..