Şiir akademisi logo
Şairler Şiirler menü Öyküler
Fakir Baykurt Öykü Yarışması - Sarıyer Belediyesi Fakir Baykurt Öykü Yarışması sonuçlandı - Tanpınar Şiir Yarışması’nda Sonuçlar Açıklandı - 9. Aşık Mahzuni Şerif Beste Yarışması başlıyor - Dicle Koğacıoğlu Makale Ödülü 2017 - Bornova Belediyesi Şiir Yarışması - GİO 2017 Roman Ödülü - Sunullah Arısoy 2017 Şiir Ödülü Hüseyin Atabaş’ın - Gençlerden Atatürk'e Mektup Yarışması - "Attila İlhan Edebiyat Ödülleri" başvuruları başladı -
Yazar: Sami Paşazade SEZAİ
Öyküleri - Öykücünün Hayatı

KEDİLER

—1—
—Hanım! En son cevabını isterim, ya ben, ya kediler?
—Kediler!
Bir kocanın meyusiyeti, bir kadının hevesatı-ı bisebatı, muhabbetin, çemenzar-ı safa üzerine temellerini nihal-i gülden, hevay-ı sevda fezay-ı bikarara karşı camlarını nurdan, esas-ı betiyyesini tülden, bina ve tefriş ettiği saray-ı izdivacın inhidamı, hep bu birkaç kelimeden ibaret olan mükâlemede mündemiç idi.
Kediler! Öyle mi? Demek ki otuz üç senelik bir refakat-i yekvücudane neticesi, kelime-i muammay-ı izdivacın halli, bu cevap oluyor. Otuz üç sene evvel, izdivacın ilk aylarında, ebediyet-i muhabbete, beka-yı sevdaya yeminler eden lisan-ı âşıkaneden, kendisinin kedilere, her türlü mana ve meziyetten mahrum bir meyl-i keyfiye feda olunduğunu işitmek, kıymet-i insaniye ve haysiyet-i ehliyesini ihlâl ve tehyiç ettiğinden artık bu hale bir netice vermek karar-ı kat’isini ittihaz eylemişti. Zavallı koca! Hareminin, mutasarrıfa olduğu eve, celp ve cem ettiği yirmi otuz kedinin tacizat ve tasdiatından artık bizar olmuştu. Evin içinde sahib-ül beytten ziyade bir reviş-i âmirane ile kuyruklarını kaldırıp bu bedbaht kocaya bir nazar-ı istihfaf ve istihkar atfederek dolaşan bu kibirli hayvanat kanapelerini istila etmiş, koltuk ve sandalyelerinde uyurlar, üstelik o senenin soğuk kışında ısınmak için yaktığı ateşin karşısında düşünürler. Sofalarında, odalarında samiahıraş sesleriyle kavga ederlerdi. Günden güne etvar-ı küstahanelerini artırarak teksir eden kediler bu adama evinde bir cay-ı tevakkuf bırakmamaya başladılar.
Bir sabah gayet erken uyanarak kendi aleminde bir kahvaltı etmek için küçük odasına çekildiği zaman, sokakta birtakım çocukların ağladığını işiterek pencereden dışarı baktı. Samia-i rikkatine akseden kedilerin avaze-i mücadele ve müşatemeleri olduğunu anlayınca, aldandığından dolayı kemal-i hiddetle iskemlesine oturdu. İskemleye kuudunda yüzünün iki nokta-i müntehası olan tepesiyle, çenesi geriye doğru çekik, büyük ve biraz fırlak gözleriyle bir arayıcılık hali kesbeden yüzünü iki tarafa döndürerek hayretle etrafına bakınıyordu. Zira kedinin biri ekmeğini çalmış, diğeri sütlü kahvesini içmiş, öte ki de fincanını kırmıştı. Kendi kendine yeis ve hayretle “Kime meram anlatmalı! Bu kibirli, vefasız, nimet-şinas hayvanatın kadınlar elbette taraftarı olur. Zaten kedi kadındır.” diyordu.
Bir günlük mahsul-i mesaisinin böyle mahv ü heder olmasından müteessir başını eline dayayarak pencerenin önünee oturdu. İşte orada, duvarın atında, kahvesini içen, ekmeğini çalan, kendini sabah keyfinden mahrum eden, velhasıl ondan bütün rahat ve asayişini selbeyleyen kediler, güneşe karşı abanoz gibi mücella siyah, kar gibi beyaz, sarı benekli, elvan-ı revnak efzaları ve her an ve saniye renkleri değişen çeşman-ı pertev füruzanları nazarlarda bir kavs-i kuzah teşkil ettiği esnada ön ayaklarını iptida ağızlarına götürüp nisavana mahsus bir tavr-ı işvebazane ile yüzlerini temizleyerek safa-yı hatırla sabah kahvaltısını hazm etmekte ve öğle taamına hazırlanmakta idiler.
Sahibet-ül beyt tarafından kendisine tercih olunan bu hayvanat-ı müfterisenin ahval-i lâkaydaneleri hiddetine dokunarak sofaya çıktı. Orada, merdivenin orta basamaklarında, bıyıkları, yüzü, başı, siyah lekelere boyanmış beyaz kediyi görür görmez: “Kahvemi sen içtin! Fincanımı sen kırdın! Öyle mi?” diyerek odasından bastonunu alıp ayaklarının ucuna basarak yavaş yavaş kedinin yanına sokuldu. Hazır eline fırsat geçmişken istediği gibi intikamını almak için vücudunun en can alacak yerini nişanladı. Bastonunu kaldırdı. Kedi kımıldıyor. Kaçacak. Değneğini şiddetle üzerine indirir indirmez seri-üs seyr olan bu afacan hemen sıçrayınca ayağı kayarak azim bir gürültü ile merdivenlerden aşağı yuvarlandı. Merdivenin altında, kolunun sızladığından şikayet ederken nim-i diğer-i mevcudiyeti olan karısı karşısına çıkarak “Hiç kediye öyle vurulur mu? Ya bir yeri kırılsaydı…” deyince zavallı herif şiddet ve hiddetle: “Ben sana gösteririm” diyerek odasından çıktı. Haremi de kendisini takip ederek kemal-i sükunet ve mülâyemetle diyordu ki “ne yapacaksın? Ne yapabilirsin? Söyle de ben de anlayayım!”
Bir camın arkasından görülen kıvılcım gibi renkli güzellikten akseden bir damla yaşa cay-i karar olan büyük gözlerini; altmış senenin üzerinde nişanlar, lekeler bırakarak geçtiği hareminin yüzüne atf ile “ne mi yapabilirim? Hükumet-i mahalliyeye müracaat edeceğim. Senin kedilerinden sirkat-i mekûlât, gasb-ı emval, taarruz-ı mesken davasına kalkışacağım. Bakalım! O zaman bu hırsızların, bu haydutların bir tanesini burada görebilir misin?”
Paltosunu, şapkasını giydi. Kapıyı kıracak gibi şiddetle çekerek evden çıkıp gitti.

 

—2—
Kaymakam Beyefendi meram anlamıyor! “Rossini” ahfad-ı kiramından olan bu musikişinas İtalyalı hürmet ve adalet ister. Bu behbaht koca muhakemat-ı muhakkikane ve şikâyet-i adalet-cuyanesini karşısındakinin zihnine vaz u ilka için jimnastik yapar gibi ellerini kaldırarak bir acemi aktöre gıptabahşı evza u harekât-ı mubalaga-kârane ile ifham-ı hakikate çalışıyorsa da mümkün olamayacağını anlayınca hiddetle Adalar Kaymakamı Beyefendiye “Herkesin karısının kaşına gözüne, yürüyüşüne, yüzüne, giyinişine karışırsınız da benimkisinin şu münasebetsiz muhabbetine, şu muzır hayvanlarına niçin müdahaleyi reddediyorsunuz?” şikayetiyle meyusane evine avdet ediyordu. Evine avdet ettiği zaman haremi nüzulun tehdidatından dehşetyap olduğu için titremeye başlamış altmış senelik başını sallayarak ve naz ü işve ile bir gözünü süzerek mütebessimane “Sen memnun ol ki ben kedileri seviyorum! Ya bunların yerine herifleri sevsem….” dedi. O büyük, o buruşmuş şehrenin sarkık yanakları hal-i tebessümle geriye doğru çekilerek hane-i çeşmanının gölgesi içinde kalan sönük gözlerine bir revnakla dermeyan ettiği bu muhakeme-i şahane kocasına hemen hak verdirecek kadar müncezip göründü. O gece bir tavr-ı sitemkârane ile hiçbir söz söylemeyerek yatağına girdi. Söz beynimizde… bu tebessüm, bu ima-yı muhabbet, bu işve, bu muamele-i nüvazişkârane kocasının yeis ve hiddetini hayliden hayli tadil ve teskin etmişti. Cemehab-ı ârâmına çekilip de bir tarz-ı galibane ile uzattığı ayaklarının acı acı tırmalandığını hissedince telâş ve helecan ile yorganını kaldırıp o büyük gözleriyle baktı. Kedi! Hem de sabah kahvesini içen kedi! Galiba bu afacanlar iştirak-i emval ü ayal taraftarı idiler ki biçarenin serir-i izdivacında yerleri vardı. Hareminin mutasarrıf olduğu bu evde kendine bir cay-ı karar bırakmayan kediler nihayet-ül-emr haremini de elinden almışlardı.
Gece yarısı verdiği bir karar-ı kat’i üzerine sabahleyin erken kalkarak kendisine ait ne kadar eşyası varsa bir sandığa vaz’ ile aşağıki taşlığa indirdi. Arkasına paltosunu, başına şapkasını giyerek iplerle bağladığı sandığın üstünde oturmuştu. İşte o zaman: “ya ben, ya kediler?” sualini irad etmiş ve “kediler” cevabını almıştı.
Elveda! Elveda! Artık bir daha avdet etmemek üzere yola çıktı. Mahzun, mütefekkir bir hal ile küçüklü büyüklü birtakım nisbetsiz evlerle dükkanların teşkil ettiği çarşıdan geçiyordu. Sokağın ortasında ayakları çıplak, elbiselerinin yırtık yerlerinden tenleri görünür birtakım eftal-i sefaletin haykırışarak oynadıklarını dalgın dalgın seyrettikten sonra galiba tasdik etmek niyet-i acezeperveranesiyle ceplerini birer birer karıştırıp yine galiba hiçbir şey bulamadığından yoluna devam etti. Biraz ötedeki meyhanesinin şark şairlerinin revnak-ı hayallerinden iş’al edilmiş kandilinin tenvir edildiği karanlık köşesinde bir “lâterna” bütün ada halkını sarhoş etmekteydi. Sokakta, meyhanede, “lâterna”nın etrafında, birçok halk hep bir ağızdan Ada’nın sokaklarında tanin-endaz, içtimagahlarında raks-aver, nişanlı kızların lisanlarında sevgililerine bir hitab-ı muhabbetperver olan
Corci, Corci, Corcakimo
Nesahro, pulakimo!
şarkısını söylüyorlardı. Bulunduğu hal-i ye’s ü hüzne kahkahazen-i istihfaf oluyor gibi gelen bu şamatatın arasından geçerek “Cakomo” yolunu takip etmeye başlayınca manzara-i tabiatin letafet ve ulviyeti, o geceyi geçirmek için bir melce taharrisiyle bikarar olacak her tarafa münatıf nazarına şaşaapaş oldu. Hava güzel, rüzgar sabit, Marmara lâcivert idi. Bir daha avdet etmeyecek. Bu mukarrer! Otuz üç senelik rabıta-i izdivaç kırılmış, artık yalnız başına kalmıştı. Şu yalnızlık müessir değil mi? Otuz üç seneden sonra her yerde, her şeye karşı yalnız! Bu vâsi denize, bu dûradûr ufuklara karşı yapayalnız!
Hatta sema bile o lâcivert gözleriyle kendisine şefkat ve merhametle bakıyordu.
Bir tarafı kırmalar içinde kalmış mai atlas gibi hafif surette mütemevviç derya, diğer tarafı yeşil bir hamail gibi yukarıdan aşağıya doğru sarkarak reng-i taravetlerini her mevsimde muhafaza eden çalılarla çam ağaçlarının fasıla verdiği bir yolu takip ediyordu. Tefekkürat-ı amika içinde kaybolmuş bir hal ile biraz deniz kenarına doğru meyledip önünde balık avlamak için bir kedinin sindiğini görünce hemen yolunu değiştirerek yokuş çıkmaya başladı, Yorgolu’ya vardığı zaman mehbube-i şarkî olan güneş sırma saçlarını derya-yı bîkarar-ı safanın üzerine dökerek nuranî yollar, müzehhep izler açtığı gibi karşı taraftaki uzaktan uzağa görünen sudan ibaret ufukları da âşıkane surette tehyiç ediyordu. Bir hayli zaman denizin verdiği hayret-i meftunane içine dalıp gitmiş iken hakikatın dest-i hayal-i şikesti bütün vucudunu sarsarak kendisini bulunduğu hal-i bihuşîden uyandırdı. Saat ilerlemiş, öğle tekarrüp etmişti. Evine bir daha avdet etmemek üzere verdiği karar, kat’i idi. Bu belli. Fakat öğle taamını nerede edecek? Akşam nereye gidecek? Geceyi nerede geçirecek? Bir hayat-ı müstakil, bir karar-ı kat’i, parayla olur. Halbuki kendisinin sabah taamına bile kifayet edecek parası yoktu. Hareminin ihzar ederek şimdi sofranın üzerine koyduğu sabah yemeğinin dumanı gözünde tütmeye başladı. Kenarenişîn-i temaşası olduğu denizin dalgaları yavaş yavaş sahile çarptıkça “Git git, haremine git!” diyordu. Ya kediler!… Bununla birlikte hareminin “sen memnun ol ki ben kedileri seviyorum. Ya bunların yerine erkekleri sevsem!..” sözü makul değil miydi?
Âlem-i tenhayide hal-i infiradı artıran horozların saday-ı garibaneleri bulunduğu yere aksettikçe “Git git, haremine git!” diyordu. Kiliseler öğle vaktini ilan için çan çalmaya başladılar. O sükûn ve sükûnet içinde uzaktan uzağa akseden çanlar hep bir ağızdan bir aheng-i muttarit ile “Git git, haremine git!” sözünü tekrar ediyorlardı.
Ayağa kalktı. Geldiği yoldan yürümeye başladı.
Galiba verdiği karar’ı kat’iden nükûl etmişti; çam ağaçlarının aralarından peyda ve nihan olarak evine doğru süratle avdet ediyordu. Mütefekkir bir çehre, müteessir bir hal ile evine giderek refikasına hiçbir şey söylemeden doğru odasına çıktı. Minderin üzerine kapanıp da hıçkıra hıçkıra ağlamaya başlayınca haremi kemal-i itina ve nezaketle oda kapısını açarak “O kadar haykırarak ağlama. Kedilerimi korkutacaksın!” dedi.

(*)Büyükada’da cereyan etmiş bir vakanın istinsahıdır. Sâmi Paşa-zâde Sezâyi, Küçük Şeyler, Arakel Kitaphanesi, İstanbul 1308 (1892), s. 20 - 32


Sami Paşazade SEZAİ

 
Şiirakademisi ticari amaç gütmediği için ürünlere telif hakkı ödemez. Ürünlerin telif hakkı yazarına aittir.
5846 Sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Yasası uyarınca, ürünler site yönetiminden ve yazarından izinsiz kullanılamaz.  
Bebek Giyim - Toptan Oyuncak - web tasarım
Şiir Akademisi - Ana Sayfa