Şiir akademisi logo
Şairler Şiirler menü Öyküler
Fakir Baykurt Öykü Yarışması - Sarıyer Belediyesi Fakir Baykurt Öykü Yarışması sonuçlandı - Tanpınar Şiir Yarışması’nda Sonuçlar Açıklandı - 9. Aşık Mahzuni Şerif Beste Yarışması başlıyor - Dicle Koğacıoğlu Makale Ödülü 2017 - Bornova Belediyesi Şiir Yarışması - GİO 2017 Roman Ödülü - Sunullah Arısoy 2017 Şiir Ödülü Hüseyin Atabaş’ın - Gençlerden Atatürk'e Mektup Yarışması - "Attila İlhan Edebiyat Ödülleri" başvuruları başladı -
Yazar: Hüseyin AKYÜZ
Öyküleri - Öykücünün Hayatı

AH BE NİKO

Başıboşluğa özendiğim ama gerçekte beceremediğim uzun bir avarelik döneminden sonra bir işyerinde çalışma konusunda oldukça zorlanmıştım. Girdiğim işlerin kiminden ilk günü, kiminden haftasında, kiminden de daha ayını doldurmadan arkama bakmadan kaçarcasına ayrılmıştım. Her işi bırakışımın kendime göre haklı nedenleri elbette vardı, ama asıl sorunun bir türlü kafamın içinden söküp atamadığım özgürlük takıntım olduğunu çok iyi biliyordum. Bir işyerinde sabahtan akşama tanımadığım birilerinin buyruklarını yerine getirmeye çabalamanın kimi kurallarla düzenlenip hafifletilmiş bir kölelik sisteminden ne farkı vardı ki? Konuya bu gözle baktığım için bir türlü işin içinden çıkamıyor, tutup işyerinde geçireceğim zamanın bütün yaşamım boyunca kaç yıl tutacağını hesaplıyor, sonra onu yıllara, aylara, saatlere, dakikalara, hatta saniyelere bölüp inanılmaz büyüklükte rakamlara ulaşıyor ve kendime korkunç bir karabasan yaratıyordum.

O yıllar en uzun çalıştığım işyeri bir deniz nakliyat şirketinin Karaköy’deki merkez bürosu olmuştu. Paraya en çok ihtiyacım olduğu bir dönemdi, bu yüzden dişimi sıkıp hiçbir olumsuzluğa kafamı takmamaya karar vermiştim. Verilen para beklentimi karşılayacak düzeydeydi,  ama işyeri olarak daha önce bir gün bile çalışamayıp kaçtığım işyerlerinden çok berbat bir yerdi.

Büro rıhtıma doğru uzanan ara sokaklardan birinin köşesindeki belki yüz yıllık bir hanın üçüncü katındaydı. Dört katlı bu eski han karşıdan bakıldığında, koyu mavi dış cephe boyası kabuk kabuk dökülmüş, pencere çevrelerindeki beyaz boyalı kenar süsleri kırılıp düşmüş de olsa insana güzel bir mimarînin örneğini verip göze girebilir, hatta giriş kapısının bir yanındaki çiçekçinin kapı önüne çıkardığı sepet sepet çiçeklerle ve kapının diğer yanındaki bir müzik âletleri satıcısının zengin vitriniyle insanları kandırıp kendisinin dışı gibi içi de güzel bir bina olduğuna inandırabilirdi bile.

Oysa paslar içindeki demir kapısından içeriye girer girmez ağır bir küf ve nem kokusu karşılardı beni. Asansör hem insanı tedirgin eden büyük bir gürültüyle çalışır, hem de sık sık arızalanıp kat aralarında kalır, içindekilere bazen bir yarım saat kâbus gibi kötü anlar yaşatırdı. Bu yüzden asansöre binmek yerine,  yıllardır boyacı fırçası değmemiş duvarların çirkinliği ve hiç yıkanıp silinmeyen yer karolarının pisliği görünmesin diye sanki özellikle karartılmış olan merdiven boşluğundaki basamakları ağır ağır çıkmak bana daha güvenli gelirdi. İlk katta bir plâstik eşya imalâthanesi vardı. Bir sürü plâstik eşya yığını içerden koridora koridordan merdiven basamaklarına taşar, ortalığı bir lâbirente çevirirdi. Geçecek bir yol bulmaya çalışırken, bir plâstik eşya yığının her an üstüme devrilebileceği ve merdiven basamaklarından aşağıya yuvarlanıvereceğim korkusunu yaşardım. İkinci katta ise başka bir atölye vardı. Kapısı hep kapalı dururdu. İçeride ne imalâtı yapıldığını pek bilmezdim, ama oradan pis bir koku ortalığa yayılırdı. Orayı hızla geçinceye kadar nefesimi tutmak zorundaydım, çünkü o pis koku her an midemi bulandırıp canıma okuyabilirdi.

Üçüncü kat çalıştığım deniz nakliyat şirketinin kendi malıydı. Bu kat arada sırada gelen bir karıkoca tarafından silinip temizlendiği için küf ve toz kokusu burada azalırdı. Girişteki oda en büyüydü ve müdüre aitti. Sonraki odalar içindekilerin önem sırasına göre büyükten küçüğe dağıtılmıştı. Benim kendimi bir hücreye atılmış gibi hissettiğim çalışma odam ise en küçük olanıydı. Aynı zamanda eski dosyaların saklandığı bir arşiv olan bu hücre odanın tek penceresi ise eski bir caminin bahçesine bakardı. Jalûziyi aralayıp aşağıya baktığımda yaşlı iki servi ağacının altında küçük bir mezarlık görünürdü. Üzeri eski Türkçe yazılı, sarıklı birkaç mezar taşının olduğu bu küçük mezarlığın hemen az ilersinde de cenaze merasimlerinde tabutun getirilip konduğu mermerden bir sehpa yer alırdı. Haftanın en az iki günü de orada bir tabut olurdu. Sonra tabutun çevresinde sakalı uzamış, asık yüzlü insanlar dolaşır, bir kenarda dikilen kadınların çocukların ağlamaları duyulurdu. Bu görüntü hiç hoşuma gitmez, bu yüzden pencerenin jalûzisi hep kapalı dururdu

Sabah erkenden gelip akşam karanlığına kadar kapanıp kaldığım bu kasvetli odada tek avuntum pencerenin önündeki yaşlı begonya ağacıydı. Bir metreye varan boyuyla seramik vazosuna sığmakta güçlük çekiyormuşçasına duran bu yaşlı bitkiye her baktığımda çiçeklerinin yapraklarında yeni bir renk, yeni bir desen keşfeder, bu renk ve desenlerin özlediğim yaşamlardan bana gelen mesajlar olduğunu düşünürdüm.

Bir de Niko vardı. Gri bir ceket, siperlik tüyleri artık silinmeye başlamış bir kasket, yanakları ve çeneyi iyice dolduran beyaz bir sakal, iki küçük siyah göz ve her şeye karşın gülümsemeyi öğrenebilmiş bir yüz. Bana bu yaşlı begonyayı sevmeyi ve onu seyretmekten zevk alabilmeyi öğreten adamdı. Alttaki çiçekçinin yanında çalışıyordu. Her sabah hiç üşenmez iki kat yukarı çıkıp yanımıza gelirdi. Elinde küçük bir sepet, teneke bir su kabı bütün odaları dolaşır, herkese tek tek günaydın der, bunu yaparken de gülümsemeye özellikle özen gösterirdi. Sonra vazolardaki çiçekleri düzeltir, kırıkları ve sararmış yaprakları ayıklar, aralarına birkaç taze çiçek bırakırdı. Bu bizim isteğimiz değildi, ama o bunu bir görev gibi hiç aksatmadan yapar, bunun için de bizden herhangi bir ücret almazdı.

 “Bu benim için güzel bir hizmet. Ben bundan zevk duyuyorum, keyif alıyorum…” derdi. Yerli piyasada bulunamayan kimi çiçekçilik malzemesini şirketin gemileriyle kolayca getirtebildiği için çiçek evinin sahibi de buna sesini çıkarmazdı.

Niko geldiğinde sanki taze bir toprak kokusu yayılırdı odanın içine. Sonra bu taze toprak kokusuna çiçek kokuları karışır, bir bebek emziği gibi dudaklarımın arasından hiç düşmeyen sigaranın pis kokusu bir yarım saatliğine de olsa duyulmaz olurdu.

 İşyerinde çalışanların sayısı pek fazla değildi: Müdür ve yardımcısı, iki sekreter, genişçe iki odaya dağılmış dört memur. Hiçbiriyle yakın arkadaşlık kuramamıştım; hem onlardan uzakta bir odada oluşum, hem de müdürle yardımcısının göz açtırmaz katı tutumları engelliyordu böyle yakınlaşmaları. Çalışma odalarındaki sessizliği yalnızca iş konuşmaları bozardı; çoğunu ilk kez duyduğum gemicilikle ilgili deyimler, ticarî terimler ve bol sıfırlı rakamlar… O yetmişlik ihtiyar, bunların dışında bir şeyden söz eden tek insandı. Her sabah çiçeklerle işi bittikten sonra, hiç teklifsiz karşıma oturur ve demli bir çay söylememi beklerdi. Sigara içmezdi. Mizacıma uygun bir nesne değil derdi. Sonra sigara dumanının ve nikotin kokusunun çiçekler tarafından hiç sevilmediğini, çiçeklerin bu konuda çok hassas yaratıklar olduğunu söyler, bu konudaki ilginç gözlemlerini anlatırdı. Çiçeğe ve yaşama karşı bu kadar saygılı olan bu adama ben de saygı duyar, onun yanında kesinlikle sigara içmezdim.

Eskiden Karaköy’de Niko’nun da bir çiçekçi dükkânı varmış. Değerli çiçekler satar, İstanbul’un her yerinden müşterileri olurmuş. Yıllarca yapmış bu işi. Dediğine göre iyi de para kazanmış ama sonra açıklamak istemediği bir nedenle dükkânı satıp gitmiş buralardan. Birkaç yıl İzmir’de, birkaç yıl da Yunanistan’da akrabalarının yanında yaşamış. Tutunamamış ama, buralardan ayrı yaşayamayacağını anlayıp yeniden geriye dönmüş. Bu arada çiçekçilikten edindiği küçük servetini de kaybettiği için hanın altındaki çiçekçinin yanına işçi olarak girmiş. On yıldır da orada çalışıyormuş.

“Kimler geldi geçti buralardan derdi. Ne arkadaşlar, ne can dostları.”

Taa ben dünyada olamadığım tarihlerden insan isimleri sayardı. Her saydığı insan için birkaç cümlelik tanıtımlar yapar her sabah birinin bir anısını anlatırdı. Arada kendi yaşamından da söz ederdi.  Bu anlatılarında hep çiçekler, kadınlar ve rakı muhabbetleri vardı. Bir sürü de Rum kadın ismi öğrenmiştim ondan. Yaşamına sayısız aşk sığdırmasına karşın hiç evlenmemişti.

“Olmadı be kuzum. Çok istedim ama olmadı. Kadınları öyle seviyorum ki, kimi görsem tutulur yüreğim. Ben çekici bir kadın görüp de peşinden koşmazsam içim rahat etmez. Bütün delikanlılığım, bütün gençliğim hep böyle geçti. Senin anlayacağın evlenip de karımı aldatırım diye korktum.”

Niko, bir sabah gelmedi. İşimin Niko’nun gelip gelmemesiyle bir ilgisi yoktu, ama nedense öğleye kadar elimden hiçbir iş gelmedi. Öğlen aşağıya inip çiçekçiye sordum, bir işi çıkmıştır nerdeyse gelir dedi ama o gün gelmedi. Ertesi gün de gelmedi, ondan sonraki gün de gelmedi. O akşamüstü işten çıkarken çiçekçiye yeniden sordum.

“Yaşlı adamdır, hastalanmış evde yatıyordur belki.” dedi. Çiçekçinin yanıt veriş şekli bana biraz umursamazca gibi gelmişti. Belli ki Niko’nun günlerdir ortalıkta görünmüyor olması onu pek endişelendirmemişti. 

“Peki merak edip aramadınız mı hiç?”

Dükkânda kimse yoktu. Çiçekçi dipteki iki koltuktan birine oturmuş hem karşı duvardaki küçük televizyonu seyrediyor, hem de akşam çayını yudumluyordu. Benim sorularım keyfini kaçırmış olacak ki dik dik yüzüme baktı.

“Benim işim gücüm var kardeşim, bir de onunla mı uğraşacağım!”

Adamın ses tonu oldukça sertti, ama ben de Niko hakkında bir şeyler öğrenmeye kararlıydım. Bu yüzden onun bu tutumunu pek umursamadım.

“Peki nerde oturur bu adam?”

Çiçekçi çayından bir yudum alıp yeniden yüzüme baktı. Şimdi bu adam da nereden çıktı, diye içinden söylenir gibiydi.

“Nerde kalacağı belli olmaz ki onun. Bir bakarsın adaya gider gelir, bir bakarsın dükkânda yatar...”

“Bir akrabası, bir tanıdığı falan da mı yok bu adamın yani?” dedim, biraz da çıkışırcasına. Çiçekçinin yıllardır yanında çalıştırdığı bir adamı için bu kadar duyarsız davranmasına hem şaşırmış hem de canım sıkılmıştı. Çiçekçi biraz da beni başından savmak için olacak kalkıp masasının çekmecesinden bir defter çıkartıp bir süre sayfalarını karıştırdı. Sonra küçük bir kutu kâğıdına bir şeyler yazıp bana uzattı.

“Kumkapı taraflarında bir akrabası olacak.”

Hafta sonuna kadar ortalıkta görünmedi Niko. Pazar günü, çiçekçinin kâğıda yazdığı adresi bulmak için erkenden evden çıktım. Hem çiçekçinin adresi eksik yazmasından, hem de o semtleri iyi bilmememden Kumkapı sokaklarında epey dolaşmam gerekti. Sonunda demiryoluna paralel dar bir sokakta buldum adresi. Eski bir apartmanın hemen girişindeki iki daireden biriydi. Ama ne yazık ki kapının zilini uzun uzun çalmama karşın yanıt alamamıştım. Evde kimsenin olmadığına karar verip üzüntüyle geri dönmeye hazırlanırken karşı dairenin kapısı yavaşça açılıp genç bir kadın başı uzandı dışarıya.      

“Cenazeleri var,” dedi çekinerek. “Uzun zamandır hasta yatan yaşlı bir akrabaları vardı,  dün gece ölmüş galiba,  sabah erkenden çıkıp gittiler.”

Ölenin kim olduğuna, cenazenin nereden kalkacağına dair bir şeyler öğrenmeye çalıştım kadından ama bu konuda o da pek bir şey bilmiyordu. Düşünceler içinde o dar sokaktan ayrılırken ölen kimsenin Niko olduğuna emindim. Hastalanıp yatağa düştüğü için günlerdir ortalıkta görünmüyordu demek.  Zavallı Niko. Keşke daha önce gelip arasaydım. Bir yardımım dokunurdu belki. Hiç olmazsa hatırını sorar, gönlünü alırdım...

O gün bütün zamanım Niko’nun ölümünü düşünmekle geçti. Anlatamayacağım kadar çok etkilemişti bu olay beni. Üzüntülüydüm ve içimi garip bir sıkıntı boğmuştu. Ne yaptıysam bu sıkıntıyı içimden atamadım. Pazartesi işe yeniden gittiğimde de çok garip duygular içindeydim. Üstelik masamın üstündeki vazoda çiçekler bakımsızlıktan solup yaprak yaprak dökülmüşlerdi. Begonyanın durumu da berbattı. Aşağıdaki çiçekçiye birini gönderip baktırması için rica ettim, olur birini gönderirim dedi, ama kimse gelmedi. Baktım olacak gibi değil ertesi gün çiçeği kucakladığım gibi çiçekçi dükkânına götürdüm. Gerekeni yapın dedim, masrafı neyse veririm.

İki gün sonraydı. İçeriye temiz hava girsin diye araladığım pencereden sesler geliyordu. Elimde olmadan kalkıp baktım. Tam pencerenin altında bir tabut vardı. Üzgün bakışlı insanlar, başları önlerine eğik tabutun önünde sıralanmışlar sessizce bekliyorlardı. Sonra cami hocasının konuşması başladı. Sevilmeyen, kulağa hoş gelmeyen bir söylev. İnsanı hüzünlendiren, yaşama karşı olan güvenini sarsan, bir anda her şeyin boş olduğunu düşündüren sözler. O an Niko’yu hatırlamamam olası değildi. Yeniden üzüldüm, kırıldım. Yaşam hakkındaki düşüncelerim lekelendi birden, karamsarlık bulaştı.

Sonraki günlerde üzüntüm ve karamsarlığım daha da arttı. Aradan belki bir ay falan geçmişti ve ben Niko’nun ölmüş olduğu düşüncesine kendimi iyice alıştırmıştım, ama yine de onsuz artık hiçbir şeyin o handa eskisi gibi olamayacağını biliyordum. Buradaki yaşamımın bu kadar çok Niko’ya bağlı olduğunu, onun yaşamıma bu kadar yakından karıştığını, onun beni bu kadar çok etkilemiş olduğunu düşünmem zaten bir türlü alışamadığım o hücre odada gün boyu kapalı kalmamı giderek daha da katlanılmaz yapıyordu. Bu nedenle en kısa zamanda kendime yeni bir iş bulmaya karar verdim.

O günlerde bir akşamüstüydü, işten biraz erken dağılmıştık. Dışarıda hava oldukça güzeldi. Bu güzel havanın tadını çıkarmak için rıhtımdan Sarayburnu’na kadar bir gezintiye karar vermiştim. Galata Köprüsü’nün üstünde ağır adımlarla yürüyordum ki birden Niko’yu karşımda buluverdim. Doğrusu bu öyle bir şaşkınlıktı ki heyecanımdan ne yapacağımı bilemedim ve boynuna sarılıp yanaklarına arka arkaya birkaç tane öpücük kondurdum.

“Sensin ha, sensin değil mi?”

“Benim tâbii ki, benim yerimde benden başka kim olabilir ki kuzum?”  dedi Niko kollarımdan kendini güçlükle kurtararak.

“Ah be Niko, insan bir haber verir de gider!” dedim sitem dolu. 

“Oldu bir kere işte, kusura bakma!” dedi, benim sitem dolu sözlerime bir karşılık verebilmek için. Sanırım aşırı heyecanımın nedenini anlamakta güçlük çekiyordu. Kolundan tutup köprünün altındaki kahvehanenin boş bir masasına oturttum onu. Çaylarımızı yudumlarken handa ne olup bittiğini, çiçekleri falan sordu. Büyükada'daymış. Birkaç saatliğine alışveriş için gelmiş bu tarafa. Neden ortalıkta görünmediğini anlattı. Adada bir kadınla birlikteymiş. Birden tutuldum işte, dedi. Sanki yüreğime sihirli bir değnek değdi; bütün dünyam değişti birden. 

“Öylesine güzel, öylesine tatlı ve sevecen ki bir saniye olsun dizinin dibinden ayrılmak istemiyor canım.”

Onu öylesine özlemişim ki artık gitmem gerek diyerek masadan kalktığında birden burkuldu içim, bir garip oldum. Vapur iskelesine doğru birlikte yürürken,

 “Evleneceğiz.” dedi. “ Adada küçük bir de tören yapmayı düşünüyoruz; gelirsen çok sevinirim..”

Bilet alıp vapura bininceye kadar hep o kadından söz etti. Ada sokaklarında sarmaş dolaş gezmelerinden, birlikte balık tutmaya gitmelerinden, kumsalda kurdukları rakı sofralarından, yıldızları seyrederek şarkılar söylemelerinden... Benim için inanılması zor gibi gelen o kadar çok şey anlattı ki, aklım karıştı. Bindiği vapur geride köpükler bırakarak iskeleden uzaklaşırken arkasından düşünceler içinde bakakaldım.


Hüseyin AKYÜZ

 
Şiirakademisi ticari amaç gütmediği için ürünlere telif hakkı ödemez. Ürünlerin telif hakkı yazarına aittir.
5846 Sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Yasası uyarınca, ürünler site yönetiminden ve yazarından izinsiz kullanılamaz.  
Bebek Giyim - Toptan Oyuncak - web tasarım
Şiir Akademisi - Ana Sayfa