Şiir akademisi logo
Şairler Şiirler menü Öyküler
Fakir Baykurt Öykü Yarışması - Sarıyer Belediyesi Fakir Baykurt Öykü Yarışması sonuçlandı - Tanpınar Şiir Yarışması’nda Sonuçlar Açıklandı - 9. Aşık Mahzuni Şerif Beste Yarışması başlıyor - Dicle Koğacıoğlu Makale Ödülü 2017 - Bornova Belediyesi Şiir Yarışması - GİO 2017 Roman Ödülü - Sunullah Arısoy 2017 Şiir Ödülü Hüseyin Atabaş’ın - Gençlerden Atatürk'e Mektup Yarışması - "Attila İlhan Edebiyat Ödülleri" başvuruları başladı -
Yazar: Vecdi ÇIRACIOĞLU
Öyküleri - Öykücünün Hayatı

Pavurya

Geniş bir tabak içinde yeşilliklerle süslenmişti. Hemcinslerine göre büyüktü. Pavurya, sepete girip yakalanmadan önce, belki de sülalesinin en yaşlı üyesiydi. Denizde pek çok serüven geçirdiği, üzerindeki kitine yapışmış kireç tabakalarının, onca uğraşa rağmen temizlenememesinden belli oluyordu. Şaraplı suda kaynatılmış kitinin rengi tatlı bir şarabiye dönüşmüştü. Sağ koluna nazaran inanılmaz derecede büyük olan sol kolunun kıskaçları açık, çukura kaçmış gözleri donuktu.

Bana dönük yüzüne gözlerimi dikerek dalmışım.

“Beni nasıl yiyeceğini düşünüyorsun değil mi?”

Kim konuştu? Masadakilere baktım. Herkes birbiriyle konuşuyor, neşeli kahkahalar ortalığı çınlatıyorsu. Çevremdekiler sessiz bir filmin oyuncularıydı sanki. Hiçbir şey duymuyordum. Hayale mi dalmıştım ve kulağıma gaipten sesler mi geliyordu? Belki de Pavurya’yla denizin bilmem kaç kulaç dibine daldığımı gören masadakiler bana bir muziplik yapmıştı. Başımı tabaktan kaldırdım ve çekine çekine tekrar masa arkadaşlarıma baktım. Oralı bile değillerdi. Ses onlardan gelmemişti. ‘Allah, Allah!’ diye geçirdim içimden. Bana mı öyle gelmişti, yoksa içkiyi fazla mı kaçırmıştım? Olamazdı, çünkü, yeni başlamıştık. Evet, evet o konuşmuştu. Pavurya konuşmuştu! Hayretle ona baktım. Büyük sol kolunu tabağın kenarına vurarak, seri hareketlerle tıklatmaya başladı. Gözlerim tabağı da içine alarak buğulandı ve tekra netleştiğinde, pavurya, yavaş yavaş bir el halini aldı. Uzamış tırnaklarının içi kir dolu, kesik bir el... Suda çok kaldığı her halinden, özellikle renginden belliydi. Kesik bileğinin yüzeyi ve üzeri pamuk gibi beyazdı. Sınıfta öğrencilerini sükunete davet eden bir öğretmen edasıyla parmağını sürekli tabağın kenarına tıklatıyordu.

Şaşkın ve biraz da korku dolu gözlerle ona bakıyordum.

“Korkma” dedi, sesindeki alaycı ve babacan tınıyla...

“Korkma... Gerçekte beni çok iyi tanıyorsun. Çok eskilerde tanışmıştık. Hatırlıyor musun?” dedi.

Az sustuktan sonra, “Rumelihisarı’nı hatırla. Reis’le, denizden çekmiştiniz ya beni. Hafızan ne kadar zayıfmış...”

Esrimiş beynimin içinden şimşeklerin çakıp gözlerimin içinden çıkması çok zaman almadı.

Seneler çabuk geçiyor. Onu tabağın içinde gördüğümde hemen hatırlamam gerekirdi. O günü nasıl unutabilirdim? Üniversitede öğrenciydim ve balıkçılık yapıyordum. Gün süpürücüsü güneş, o günkü yeni görevini yapmak için, daha ortaya çıkmamış ve şehir uyanmamıştı!

Akşamdan bıraktığımız fanyalı ağı toplayacaktık. Mis gibi kokan mayıs sabahı denizinin sisi kalkmamıştı. Deniz buhar tütüyordu! Çift gözlü fanyalı ağ, dip ağıdır ve aç gözlüdür. Giren balık çıkamaz, ayrıca ayıklanması ve temizlenmesi de zordur. Yengeç, çağanoz, çalı çırpı, yosun, ne varsa denizin dibinde balıkçıya sunar. Bir keresinde kanala takılmış orta büyüklükte bir ağaç bile çekmiştim.

Lüksü yakmış ağı çekiyorduk. Çekilen ağ üzerine yansıyan ışıltının kutsallığını hepimiz biliriz. Çünkü, o pırıltının içinde, yakalanmış balığın şavkı, içimize işlemiş sabah ayazının soğuğunu eritir, ısıtır. Lüks ışığı, bir sevgiliyi beklemek gibidir ağ üzerinde...

Az sonra bir sevgili gözüktü karanlık denizin ağ ile birleştiği yerde.

“Reis” dedim, “galiba baba bir kırlangıç geliyor.”

Ağı çektikçe avın zevkiyle, plastik mantarlar bile aşka gelmiş, kanun tellerinde gezinen mızrap gibi, tıkırtılarını hızlandırmıştı. Parlayarak gelip, küpeştye yanladığında donmuş kalmıştım. Kesik bir sol el ağa takılmış, açık parmaklarıyla bana bakıp, öylece duruyordu. Konuşmadan reise baktığımda,

“Silkele” demişti sadece.

Heyecanlanmıştım. Hareketsizliğimi ağzından küfürle karışık çıkan daha şiddetli “Silkele!” sözü bozdu.

Ağ fanyalı. Ne kadar silkersem silkeleyeyim, kesik el, daha da ağa dolanmaya başladı. Ne yapacağımı şaşırmıştım.

Reis, “Yukarı al” dedi.

Kesik el, çekili ağın üzerinde öylece duruyordu.

“Ayıkla”, dedi, sanki balıkmış gibi.

Sadece, “Reis” kelimesi çıktı ağzımdan.

Cevap sertti, “Ben anlamam. Sen tayfasın. Tayfaysan tayfalığını bil, emrediyorum.”

Zorlanmama karşın ağı yakaladım ve kesik eli başparmağından tutarak yukarı kaldırdım.

Reis “At denize. Ben bir şey görmedim. Sen gördün mü?” diye sordu. Başımı iki yana sallamakla yetindim, ardından denize salıverdim.

“Sen” dedi kesik el, “sen hiç düşündün mü?”

“Neyi” dedim saf bir çocuk mahcubiyetiyle. “Bilmemezlikten gelme... O zaman... O zaman denizin dibine tekrar giderken halime şaşırmamış mıydın? Haydi itiraf et... Düşün bakalım.”

Haklıydı ve onun kuvvetli hafızası karşısında daha fazla dehşete düşmeye başladım. Denizin karanlıklarında kayboluşuna hayret etmiştim. Zigzaglar çizip, parıltılar çıkararak gözden kaybolmuştu. Denize atılan taş dibe düz iner de, neden kesik bir el vals yaparak bilinmeyene gider, diye günlerce kendime sormuştum... Hala bir cevap bulalamışlığıma şaşarken, “Bulamazsın, bulamazsın,” dedi ve ardından ekledi:

“Artık üçüncü bir karşılaşmamız olmayacak. Bu akşam hikayemi dinleyeceksin ve merakın sona erecek.”

“Beni özgürlüğümden koparıp denizin yüzeyine eçktiğin o günden yirmi yıl önce Amasra’da bir balıkçının gövdesinde tutsaktım. Sahibime kasabanın delisi derlerdi. Giyimi, sakalı, içişi, haksızlıklara anında tepkisiyle sivri bir insandı.”

“Sabaha karşı gırgırdaydık. Denizin dibini tarıyor, ne varsa topluyorduk. Sular şiddetli ve kabarıktı. Denizler tekneye bir vuruyor, ardından bir daha vuruyordu. Gırgırın sahibi olan Koca Reis, son bir kez daha voli çevirmek için emrini verdi. Sahibim, denize koyverecekleri yedek sandalın yanına yaslanmış, sabaha karşı kıyıda yudumlayacağı şarabı düşünürken, bir cigara yakmış, denize seri akan mantarların tıkırtılarını ve küpeşteye sürten ağın sesini dinliyordu. Koca Reis’ten gelen sinyalle, yedek sac sandalı salacaktı. Dalmıştı. Anlayamadım. Aniden, akan ağa doğru uzandığımı hatırlıyorum. Evet, hala onun hareketini anlamış değilim. Neden beni uzatmıştı hızla denize akan ağa doğru? Yakalanmıştım. Denizin dibine doğru sahibimle gidiyordum ki, her zaman kıçta alesta bekleyen enli palayı gördüm. Önü ve arkası olmayan bir anda, tok bir sesle sahibimden ayrıldım. Ağın gözleriyle parmaklarımın arasından yukarıya sahibime baktığımda, dalgaların aynasında şaşkınlık ve acının birbirine karıştığı bir yüz ve kesik bağımdan denize fışkırarak karışan kanı gördüm sadece. Deniz çok büyük bir sıvıdır, bir insanın taşıdığı kan ise küçük. Deniz her zaman mavisini korur. Bu yüzden denize değdiği anda hemen yok oluyordu şarabilik. Şarabinin maviyle savaşı çok kısa sürdü. Bağımınbende kalan kısmına baktığımda bir sızıntı bile yoktu.”

“Denizler ağı gerdi. Bilirsin! Palamut ağı iri gözlüdür. Serilmenin verdiği sarsıntıyla kurtuldum ve taze bir gelin gibi salına salına denizin dibine indim. O andan itibaren eli kesik olan ben özgürlüğüme kavuştum ve hep bir yerlerdeydim... Denizin dibine vals yaparak inmem, özgürlüğüme kavuşmamdaki sevincimdendir.”

“Evet bir yerlerdeydim. Bak, karşında şair bir arkadaşın oturuyor. Bir zamanlar benimle çok uğraşmıştı. Aklına takılan benimle ilgili soruları bir türlü cevaplayamadı. Her sabah işe giderken, yolunun üzerindeki bir dükkanın vitrininde misinayla asılı alçıdan yapılma halimi görmüştü. Güne hep benimle başladı ama, hakkımda yazdığının sonunu bir türlü getiremedi. Beni tamamlayamadığından, yazının hamlığından ve bir şeylerin eksik kaldığından şüphelendi durdu. Şüphenin yazan biri için ne kadar vahim ve uykuyu zehir zıkkım eden bir saplantı olduğunu da o zaman öğrenmişti. “Şiir oluşmadı” diyerek, odasında dolanıp durdu. Yazdı yırttı, yazdı yırttı. Sonunda, şiiri esin perilerine bıraktı ve mayalanmasını beklemeye karar verdi.”

“Kesik olan ben, şu an bir falım ve bir tek seninleyim.”

“Evet bir yerlerdeyim. Daha birka hafta öncesinde sinemada aklına gelmedim mi, ne çabuk unuttun? Yunan filmleri haftasında Theo Angelopoulos’un ‘Ulis’in Bakışı’ adlı filmini izlerken beyaz perdede yok muydum? Hatırlasana, iki çocuğa yardım eden genç, sabaha karşı deniz kenarında oturuyordu... Askere gidecekti... Önce denizi kabarttım, ardından fokurdamalarla büyük bir heykelin –yarısından kopuk işaretparmaklı- eli olarak su yüzüne çıkmadım mı? Bir helikopter gelip, beni yine bir bilinmeyene götürmedi mi? Hatırlasana..”.

“Ben kesik el özgürüm, falım ve hala bir yerlerdeyim.”

“Evet” dedim, “hatırlıyorum... Hem de çok iyi hatırlıyorum.”

Gözlerimin nemlendiğini hissettim. Silmeye kalkışsam, onu kaybedebilirdim. Bıraktım öylesine.

Omzumun sarsılmasıyla kendime geldim. Karşımda oturan şair arkadaşım, bir eliyle omzumu tutarken, diğeriyle de pavuryaya tabağının yanındaki çekici işaret ediyordu. “Bu da ne” dercesine yüzüne baktım.

“Sen istemedin mi? “ dedi.

“Ne zaman, ne zaman istedim” diye karşılık verdim.

“Az önce,” dedi

“Ne kadar zamandır buradayız?”

“Daha yeni geldik. Biz ikinci kadehlerdeyiz, sen geri kaldın. Haydi denizlerin şerefine”

Çekici elime aldım ve tabağın kenarına yavaş yavaş ‘tık tık’ladım. Denizler duymuş muydu acaba?

(Nehirler Denize Kavuştuğunda)

Vecdi Çıracıoğlu

 

Sayfayı Hazırlayan: Merâl Özcan


Vecdi ÇIRACIOĞLU

 
Şiirakademisi ticari amaç gütmediği için ürünlere telif hakkı ödemez. Ürünlerin telif hakkı yazarına aittir.
5846 Sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Yasası uyarınca, ürünler site yönetiminden ve yazarından izinsiz kullanılamaz.  
Bebek Giyim - Toptan Oyuncak - web tasarım
Şiir Akademisi - Ana Sayfa