Şiir akademisi logo
Şairler Şiirler menü Öyküler
Fakir Baykurt Öykü Yarışması - Sarıyer Belediyesi Fakir Baykurt Öykü Yarışması sonuçlandı - Tanpınar Şiir Yarışması’nda Sonuçlar Açıklandı - 9. Aşık Mahzuni Şerif Beste Yarışması başlıyor - Dicle Koğacıoğlu Makale Ödülü 2017 - Bornova Belediyesi Şiir Yarışması - GİO 2017 Roman Ödülü - Sunullah Arısoy 2017 Şiir Ödülü Hüseyin Atabaş’ın - Gençlerden Atatürk'e Mektup Yarışması - "Attila İlhan Edebiyat Ödülleri" başvuruları başladı -

Yıllıklar » 2003 Şiir Yıllığı / Hazırlayan: Veysel ÇOLAK » 3- 2003'TE ŞİİRİMİZ / Dergilerde Şiire İlişkin Aranışlar

3- 2003'TE ŞİİRİMİZ / Dergilerde Şiire İlişkin Aranışlar

Dergiler, şiirin belirlenmeye açık olduğu ortamlardır. Şiirler, dergilerde okunur, tartı§ılır, içerdikleri yeni bilgiler saptanır ve böylece tamamlanır ve tamamlayıcı olurlar. Önemsenmesi gereken bir süreçtir bu ve özenle izlenmeyi gereksinir. Yoksa, yıl boyunca yayımlanan onlarca şiirden hiçbir §ey geride kalmayabilir. Böylesine bir açmaz, karmakarışık şiir yığınları oluşturmanın ötesine geçemez. Yani şiir kılgıları (pratikleri) fark edilemez: Bu, şairlerin kendi kılgılarını fark etmelerini de engeller. Şimdilerde olduğu gibi, kendini durmadan yineleyen bir şiir çıkar ortaya. Elbette bu da, şiirin sıradanlaşmasını getirir. Türkiye'de şairlerin soluk soluğa her ay dergilere §iir yetiştirme gibi bir tutkuları (düşüncesizlikleri) var. Bu yayımlama tela§ı, bir kitap oylumuna varıncaya kadar sürer. Ancak bunun sonrasında bir §iir kitabının oluşturulması gelir us'a. Kitap, yayımlanan şiirlerin bir seçkisidir denilebilir. Anlaşılacağı üzere, belirleyici olan dergilerdir hep. Bir yapıtın dergilerde parça parça yayımlanması, Cemal Süreya'nın saptamasıyla; ortaklaşa bir şiirin doğmasına neden oluyor. İkinci Yeni, açıklayıcı biri örnektir bu bakımdan. Aynı işleyiş '70'li şiirde gözlendi. Ama hiçbir döneminde, '80 sonrasında olduğu kadar birbirine girişik bir oluşum göstermedi Türk şiiri. Cemal Süreya'nın '60'lı yıllarda söyledikleri bugünün şiirini de açıklıyor bana kalırsa: "Her şairin her şiirinde başka şairlerin de emeklerini buluyorsunuz. Deneyler iç içe oluşuyor ve birbirinin ipuçlarını taşıyor. Bunun yararlı yönleri de olmamış değil. Ne var ki tepeden bakılırsa genellikle önemli sakıncalar doğduğu görülecektir. Türkiye'de ortaklaşa edebiyatın biraz fazla ortaklaşa olduğu görülecektir. Sanat, düşünceden çok, birikmiş deneyden çıkar. Oysa dediğim durum, aynı sanatçı açısından deneye gereksiz bir ara vermeyi gerektirmiş, ayrı sanatçılar açısından ise deneyleri tümdengelimci, 'kaziyeci' küçük ve yabancı izlenimlere koşullamıştır. Bir şiir mi, bir hikâye mi yazıldı, o şiirin o hikayenin deneyi aynı şairin, aynı hikayecinin bir önceki deneyi olduğu kadar, başka bir şairin, başka bir hikayecinin bir önceki deneyi de olmuştur." ( Cemal Süreya, Osman Mazlum adıyla, Yeni Dergi, sayı 13, 1965, sf. 324) Bu açmazdan kurtulmanın biricik yolu olarak her ay dergilerde şiir yayımlamayıp kitap bütünlüğünde çıkışlar yapmanın gerekliliği öne sürülebilir. Elbette sağlıklı bir yaklaşım olmaz bu. Önemli olan başkalarının şiir kılgılarını fark etmekle birlikte kendininkini fark edebilmektir. Çünkü bunun geliştirici olduğu kanıtlanabilir bir geçektir. Özdemir İnce, Cemal Süreya'ya katılanlardan. Bu nedenle, yoğun biçimde şiir yayımlamaktan yana değil. Dile de getiriyor bunu, kitap bütünlüğünde çalışmalar yaparak yayımlıyor şiirlerini. Böylece, şiirlerinin eskitilmesinin önüne geçtiğini düşünüyor. Öncelikle girişilen §iir deneyini aylarla sınırlamaktan kurtuluyor şair. Zamana bağlı olmaktan kurtarıyor kendini. Yazdığı şiirin gereksindiği zamansal genişliğe yayıyor çalışmasını. Bu süreçte kendini özgürleştiriyor. Aranışına girdiği şiir deneyini, defalarca sınama olanağı kazanıyor. Böylece, düşülen açmazlar gideriliyor şiirden. Daha önemlisi, şairin kendini yinelemesinin önüne de geçebilir bu yöntem. Aşkınlaşmanın yolunu açabilir. Bu açılardan bakıldığında, bu yaklaşımın da önemli yararları olduğu görülüyor kuşkusuz.

 

Şimdilerde, dergilere ve editörlere göre şiir yazan şairlerin çokluğunu görünce; var olan işleyişin pek sağlıklı olduğu söylenemez. Gidişin dizginlenemez oluşu ise, 'bırak yapsın, bırak geçsin' anlayışını işlerliğe sokmuş; giderek bunun benimsenmesini sağlamıştır. Bu, zaten olmayan eleştirmeni, denemeciyi de şiirden iyice kopartmıştır. Günü gününe şiirin izini sürmek durumunda olması gereken eleştirmen, bütün bütüne şiirin dışındadır artık. Dergilerde yayımlanan bir şiire ili§kini söyleyecekleri; tüm şiirleri ilgilendirebileceğinin farkında mıdır eleştirmen? Bu, bilinmiyor. Böylece, eleştiri boyutunu yitirmiş olan şiir kendiliğinden bir oluşum içinde. Oysa §iir kendiliğinden değil, kendi için bir olu§um göstermek zorunda. Ancak o zaman yenileşebilir ve insandan yana aşkın bir tasarıma dönüşmesi sağlanabilir.

 

Bu söylediklerim, şiirin içsel sorunu olarak görülebilir. Öyledir de. Ama şiir sadece bunlarla sınırlandırılamaz. Çünkü belirlenmesi sadece bunlara bağlı değil; hiçbir zaman da olmamıştır. Bilinen o ki, şiirin toplumbilimle, felsefeyle, dille görmezden gelinemez bağıntıları bulunmaktadır. Yazdıkları şiirlerden bakıldığında şairlerin yaşamsal konumlanışı açıklayıcı veriler koymaktadır ortaya. İki binli yıllarda Türk şiirinin yinelenir bir işlerlik göstermesinin biricik nedeni 'esin kuramının' yanlı§ anlaşılması olsa gerek. (Daha doğrusu bu kuramın bilindiği de pek söylenemez ya... ) Şiirlere bakıldığında, bir ön içerik'in belirleyiciliğinin yok sayıldığı görülüyor. Oysa esinleyen, ön içeriktir ve bu dil dışı bir etkendir. Bunun anlaşılmayışı ya da kasıtlı olarak görmez gelinmesi, dilin ön içerik yerine geçirildiğini koyuyor ortaya. Bu da esinleyenle (ön içerikle) dilsel içeriğin karıştırılmasına neden oluyor. Oysa dilsel içerik yapıdır, söylemdir, şairin özgünlüğüdür. Veysel Öngören'nin saptamasıyla dilsel içerik; "Dil dışını sınırlayan ve kavratandır." Günümüzde bunun kavranmayışı, ne yazık ki, ölü şiirlerin yazılmasını egemen kılmıştır. Sözcüklerin gözü olduğu unutulmuş; şiirler, sistemden yoksun sözlüklere indirgenmiştir. Şimdilerde, şiirin yaşamsal alanların bütün bütüne dışında oluşunun nedeni de, kesinlikle budur. Diğer yandan toplumsal  olanı gözetmekle kendini sınırlayanlar, bunu önceleyenler ise; dilin sınırlayıcı ve kavratıcı yeteneğini işletemediklerinden estetik olanın çok uzağına düşmekten kurtulamamaktadır. Yani, her iki eğilim de şiirin çok uzağına düşmekte, insana, insanın geleceğine karşı bir şiir yazmaktadır. Oysa şairler (şiirin özneleri) esinin ve esinleyen yaşam alanlarının farkında olup onları duyumsamak zorundadır. Bu, tarihsel bir yaklaşım biçimidir; bu nedenle dilsel olanı da içerir. Yani, dili ön içerik sayan anlayışı da kapsar. Galiba bunu anlamakla işe koyulmak gerek. O zaman daha sorumlu olacaktır şair. Örneksemeyle (analoji) yazmayacak şiirini. İyice ayrışmanın olanaklarını aranacak. Kendi rengini üretinceye kadar uğraşacak. Bunu başarabilmek için canını yakan aranışlara girecek ister istemez. Yayın dünyasını da belirleyecek bu tavır. Uzmanlık gerektiren yapılanmalar çıkacak ortaya. Dergiler yeniden tanımlayacak kendini. Bir ilginin, örneğin şiir ilgisinin, dergileri belirmeye başlayacak. Ortamın, günoğlu (eyyamcı) küçük burjuva şairlerinin yerini, estetik ve ideolojik olarak tanımlanmış; tarihsel kavrayışı olan şair tipi alacak. Şiir kendi için olduğu kadar, insan için de bir gelecek tasarımına dönüştürülecek o zaman. Bu içerikte olmasalar da; bugün yaşamını sürdüren Dize, Şiir ülkesi, Yasakmeyve, Budala gibi dergiler, kurdukları şiir ilgisi nedeniyle bir başlangıç kabul edilebilir. Öte yandan toplumsal ve tarihsel olandan uzak, yalıtılmış okumaları önceleyen, bireyciliğe yaslanarak ayrışan dergiler de var: e.b. tarafından tasarlanmış, Enis Batur'un '70'li yıllarda yayımladığı Yazı dergisini de çağrıştırsın istenen Geceyazısı bunlardan biri. Bu verileri içermesine karşın 'kimsenin' çıkarmadığı bir dergi olarak sunulabiliyor. Tuhaf elbette, dergiler için çok önemli olan çıkış bildirisinde, daha başlangıçta aptal yerine konabiliyor edebiyat ve şiir ilgilisi. Yadsınıyor görünse de, iyi bir reklam tekniği bu. 'Sunu'da " 1980'den bu yana, git gide arttığını gözlediğimiz bir ivmeyle, Yazar imgesi ürünün önüne geçirildi. ( ... ) Her şey o kadar kirlendi ki, bir 'jest' olarak algılanabileceği endişesi olmasa, bu ürünleri imzasız yayımlamak en doğru tavır sayılabilirdi." (Geceyazısı, 2003/1) deniliyor. Bu sözlerle verilmek istenen oldukça açık. Ama iyi bir reklam spotu olamıyor bu sözler. Daha önce, bunu söylemeden gerçekleştirenler oldu çünkü. Öteki.siz'de genç insanlar yaptı bunu. Üstelik Geceyazısı ve benzeri dergileri çıkartanların verdiği fotoğrafa bir yanıt olarak. Elbette dahası var: "Yönetilmeyen, kendi kendine oluşan bir dergi bu. Olgun kuşaktan on, orta kuşaktan yirmi, genç kuşaktan .şimdilik. yirmi edebiyatçıdan has, seçme ürünleri yılda üç kez toplayacak, bir araya getirecek Geceyazısı." deniliyor. Görüldüğü üzere içtensizlik bu sözlerde de devam ediyor. Yönetilmeyen bir dergi ama 'has, seçme' ürünler yayımlayacak. Peki nasıl olacak bu? Demek ki seçilen ürün değil, isimler oluyor öncelikle. Yani dendiğinin tam aksine, ürüne değil; ad'a öncelik veriliyor. Görüleceği üzere, bir komedi bu. Akan bir makyaj... Ekonomik üstünlüğün getirdiği rahatlığın böylesine işletilmesi hiç hoş değil. Burjuva ahlakını bile içermiyor, ne kötü. "Dergi çıkartmak: eylem yapmaktır." deniliyor aynı Sunu'da. Evet, bu eylemin iyi okunması gerekiyor. İnsandan, belirleyen ve belirlenen estetik anlayıştan yana olanlar tarafından bu eylem iyi okunmalı.

 

Benzer bir sorun daha var 2003'te dergilere yansıyan. Dedikodunun dayanılmaz tadını aşamayan Mustafa Şerif Onaran, Nazım Hikmet'in özeline pervasızca girmeye kalkışıyor. Sapanca şiir buluşmalarında, nedense, Nazım Hikmet uzmanı saydığı Halit Refiğ'e " Nazım Hikmet'in oğlu ile Kemal Tahir arasında nasıl bir ilişki var?" diye soruveriyor. Sonra, bir soru daha bırakıyor okuyucunun önüne: " Nazım Hikmet'in oğluyla ilgili babalık dedikodusunu çıkaran Fethi Naci miydi?" Bu cümlede dedikodu denmesi yanıltıcı olmamalı. Yazının bütününde, bu dedikodunun doğrulandığını da söylüyor Mustafa Şerif Onaran. Yani şerifliğini yapıyor anlayacağınız. Bu yetmiyormuş gibi Yavuz Bülent Bakiler'e göre Nazım Hikmet'in; " eşlerini aldatan, oğluna yakınlık duymayan bir baba" olduğunu da söyleyiveriyor. Bu düşmanlık, Nazım Hikmet'ı değil, ancak Onaran'ı açıklar. İşin tuhafı, Kitap-lık dergisinin böylesi bir yazıyı düşüncesizce yayımlamasıdır. (M.Şerif Onaran, Sapanca Şiir Akşamları, s.64, eylü12003) Bu duruma, tüm yapıtlarını yayımlama hakkını Yapı Kredi Yayınlarına devreden Nazım Hikmet'in sayın oğlu ne diyecek acaba? Onun umurunda olmayacak bu. Olsun. Hiçbir çabanın Nazım Hikmet şiirini ehlileştiremeyeceği öylesine açık ki... Sahi, Mustafa Şerif Onaran'nın bu girişiminin şiirle ilgisi ne olabilir? Aynı soru, ilgi derginin editörleri için de geçerli elbette.

 

Dergilerde yansıyan, sadece ideolojik, estetik anlamda şiirlere saldırılar değil. Şiiri yok sayanlar da var. Attilâ İlhan, anlaşılması olanaksız bir belleksizlikle ; " Romancılık bir serüven. Güzel bir serüven. Şairlik falan gibi değil. Şairlik uyduruk bir şey. ( ... ) Şiirde ilhama inanan biriyim. Hesapla kitapla şiir yazılmaz." diyebiliyor. (Akşam-lık, 4 Nisan 2003, sayı 18) Onca yıl şiirin rantıyla idare ettikten sonra bu noktaya varmanın nasıl bir açıklaması olabilir? Şiirden yeni bir rant elde edilmek istendiği öylesine açık ki... Çünkü bu da bir reklâmın reklamı olsa gerek. Öte yandan Attilâ İlhan bir noktada haklı da olabilir. Sanatların en bireysel olanı şiirdir gerçeği, onu haklı çıkarabilir. Bu durumda Attila İlhan, kendi şairliğinin uyduruk olduğunu söylemiş olur ki; bu da yerinde bir itirafa dönüşür. Onaylanabileceği gibi, karşı da çıkılabilir buna. Özellikle son şiirlerine bakarak, hiçbir zaman karşı çıkanlardan olmayacağımı belirtmeliyim burada. Onun söze dayalı, ideolojik açmazlarla yüklü şiirlerini benimsemek olanaksız çünkü. Şiiri yaşam biçimi kılamamış, yapay bir serüvene dönüştürmekle yetinmiş birinin varacağı yer ancak burası olabilirdi. Öyle de olmuştur.

 

2003'te dergilerde yansıyan gariplikler bunlarla bitmiyor elbette: Biliniyordu ama çıkar ilişkilerinin sürtüşmesiyle olsa gerek edebiyat lobileri deşifre edildi. İsmet Özel'in İslami çevreden kopması bazılarını çok hüzünlendirdi nedense. "Yüzyılın Türk Şiiri" adlı antolojisini pazara sunarken "Türk şiirinin yaşayan en önemli eleştirmeni" sayılan Mehmet H. Doğan'ın bu özelliği Enis Batur tarafından hemen unutuluverdi. Anlaşılmaz bir tutarsızlık bu; ama Batur'un kendince bir açıklaması vardır mutlaka. "Elbette liberal ekonominin gerekleri yapılmıştır; Mehmet H. Doğan, olsa olsa bir deneme yazarı olabilir." denilecektir. Neyse! Cemal Süreya"Zaten her şey Anadolu'da." demişti bir yazısında. Bunun fark edilmesi bazılarının canını sıkmışa benziyor. Erzincan'da çıkan bir dergi var, adı Le Poete Travaille. Turgay Fişekçi, fransızca bir adın seçilmesine karşı çıkıyor Cumhuriyet'teki köşesinde. (10 Eylül 2003) Akşam-lık'taki yazısında Tuğrul Tanyol'da katılıyor ona. Turgay Fişekçi ile anlaştıkları tek noktanın bu olduğunu söyleyerek ayrıştığını da imlemiş oluyor. Enis Barur, biraz da kendi geleneğini korumak adına Tanyol'a da, Fişekçi'ye de karşı çıkıyor. Dahası, onlarla yaşıt olmanın ötesinde hiçbir ortak noktasının bulunmadığını özellikle belirtiyor. (Akşam-lık, 3 Ekim 2003) Komediden başka bir şey olamaz bu. Turgay Fişekçi, o yazısında tartışmaya değer, şiire ilişkin görüşler, saptamalar da koyuyor ortaya. Şiirin yaşamın dışına çıktığını, bir burjuva eğlencesine dönüştürüldüğünü, şiirin açmazlarının sorumlularının şairler olduğunu, '80 sonrası politikaların şiiri indirgediğini söylüyor örneğin. Katılmasanız da, tartışılabilir yaklaşımlar bunlar. En azından, şiir içi olması bakımından, daha içten. Nedense bunlara ilişkin tek söz söylemiyor Tuğrul Tanyol ve Enis Batur. Ucu kendilerine dokunuyor çünkü. Aslında farkındalar. Yeteneğin bittiği yerdir taşra. Yom Sanat'taki arkadaşların "Taşra edebiyatı yoktur, edebiyatın taşrası vardır." saptaması, Anadolu'daki kültürel yapılanmanın kendini nasıl kurduğunu gösteriyor. Bugün, sermayenin belirlediği bir yayın dünyası var. Böyle olunca elbette kapitalizmin kuralları işleyecektir. Öyle de olmaktadır. Anadolu insanını hiç tanımayan, onun varlığını hiç sorun etmeyenlerin söyledikleri hep boşlukta kalacaktır. Bir şiir geleneğini bilmeden, ondan kopulamaz. Ama böyle olacağı sanılıyor. Bakın holding dergilerinin yöneticilerine. İnsandan ve onun geleceğinden kopuk bütün yazdıkları. İktidar ilişkilerinin sağladığı ekonomik çıkarların belirleyiciliği öylesine açık ki... Yetki aldıkları dergi ve gazetelerde, sınıfsal görevlerini çok iyi yapıyorlar. Sol düşünceye destek olacak tek satır bulamazsınız o yayın organlarında. Sola karşı, kendi içinde tutarlı bir muhalif her biri, anlayacağınız gibi. Devrimci sanat pratiğinin bilinçli düşmanı. Bugün, dergilere düşünce planında bir farklılaşma var mı yok mu, ona bakılmalı artık. Bu estetik farklılaşmayı da imleyecektir. Bir tartışma olacaksa bu bağlamlarda olmalı artık. Görünen o ki, düşünce olmayınca tartı§ma da olmuyor. Sorun bu. Tuğrul Tanyol'un, Enis Batur'un yaklaşımları ilginç örnekler bu bakımdan. Şiirin beyaz Türkleri onlar.

 

Bu egemen yapılanma içerisinde; anık onca savunulan yazar bağımsızlığından söz etmek de olanaksız görünmektedir. Ne denli gizlenirse gizlensin, edebiyat ve sanat alanında, bütün şiddetiyle, ideolojik bir savaşım yaşanmaktadır. İnsandan ve belirleyici olduğu dar belirlenen bir estetikten yana olanlara bütün kapılar kapalı tutuluyor. Üretim araçlarına sahip olanların egemenliği edebiyatı, şiiri de belirlesin isteniyor. Burjuva demokrasisinin çok uzağında bir işlerlik bu. Yani ciddi anlamda uzlaşmaz (antagonist) çelişkiler var günlük yaşantıda. Bunun tarihsel bir işlerliğe dönüştüğü de oldukça açık. Tarihte zorun rolüne devrimcilerden daha çok kapitalistlerin inandığı ve bunu uyguladıkları rahatça gözlenebiliyor. Sistem içinde kalıp sisteme karşı çıkmak kolay değil artık. Diyelim ki kitap tanıtma yazıları yazıyorsunuz. İdeolojik ve estetik açıdan önemsediklerinizi öne çıkartmak, okuyucuyla buluşturmak; karşı çıktıklarınızı da yadsımak gibi bir amacınız olsun. Bu duruşunuzu yaşanılır kılmak, neredeyse, olanaksız gibi. Çünkü holdinglerin uzantısı ya da holdingleşmiş yayınevleri buna izin vermiyor. Onlar, sistemleştirdikleri işlerlik içerisinde yayımladıkları kitaplar hakkında ısmarlama yazılar yazdırıp söyleşiler yaptırıyorlar. Sonra da bu yazıları ve söyleşileri ilan verdikleri dergi ve gazetelerde yayımlıyorlar. Böylece kendine karşı değerlerle donatılıyor insanlar. Edebiyatın, şiirin derinliğine bilinçlendirmesi insana, insanlığa karşı bir etkiye dönüştürülmüş oluyor. Böylesine ateşten bir iklim içerisinde edebiyatın, şiirin gelişmesi düşünülemez elbette. Çünkü insan kadar geniş ve dağınık; insan kadar yoğun ve örgütlü olmayan bir şiir gelişemez.

 

Bu saptamaların yabana atılmaması gerektiği kanısındayım. Bir yayın programına dönüştürülmese de, yaşanan açmazın farkında olan dergiler de var: Edebiyat ve Eleştiri, Kum, Agora, Eski, Dize, Yaratım, Nikbinlik... ilk us'a gelenler oluyor. Bu dergilerin kadrodan yoksun oluşu, yaşanan duruma karşı bir program oluşturup uygulamalarının da önünü kesiyor. Böyle olunca da, bireysel sorumluluk duyup yazanların yazılarını derlemenin ötesine geçemiyor hiçbiri. İyi niyetli bir eklektizm denilebilir buna. Yapılan da bu zaten. Böyle olmasına karşın bu dergilerin şiire bakışının insani bir genişlik taşıdığı söylenebilir. Çünkü, açıkça şiirin yaşantıdan yalıtılmasına karşı çıkılıyor. Ortaya konulan verimler belirleyici olmasa da insandan ve onun geleceğinden yana olunması, çağcıl bir içerik taşıyor. Belki toplumbilimsel ve ideolojik aranışlar estetik olanla buluşturulamıyor; ama savunulan, sonuna kadar yaşam oluyor. Görülen o ki, bu tür dergiler, öncelikle kadrolaşmak ve tanımlayacakları bir alan oluşturmak zorunda. Elbette şairlerin de yaşanan olumsuzluğu ne denli besleyip kurumlaştırdıklarını fark etmesi gerekiyor. İyice unutulmuş görünen, "şair tavır adamıdır." gerçeğini anımsamaları da bir koşuldur artık. Her ay dergilere şiir yetiştirmek için nefes nefese yazılan şiirlerin bir anlamının olabilmesinin buna bağlı olduğu görülmeli... Şairlerin bu denli esnek ve amorf oluşunun nedeni, dergilerin yayın politikaları mı gerçekten? Yoksa dergilerde yansıyan çaresizliğin mimarı şair özneler olmasın? İki uçlu bir olumsuzluk gibi görünüyor bu. Ama tamı tamına öyle değil. Çünkü şair, tavır adamı olma özelliğini çoktan yitirmiş durumda. Öte yandan sağ muhalefet kendi içinde daha tutarlı görünüyor. Sermayenin yedeğinde yapılanmış ya da sermaye birikimini sağlamış, yayın politikasını belirlemiş ve bunun çevresinde kadrolaşma sorununu gidermiş durumdalar. Kitap-lık, Geceyazısı, bu bağlamda tipik örneklerdir. Hürriyet Gösteri ve E dergisi burjuva-demokrat bir yaklaşım içerisinde her anlayışa açık, toplumun bütün kesimlerini hedef kitle seçmiş bir yayın politikasını uygulama çabasında. Adam Sanat ve Varlık dergileri ise, farklılıklar göstermelerine karşın, rahatça ayni kategoride değerlendirilebilir. Kendini İslami kimlikle tanımlayan Hece dergisi kadroları; "Sanatı amaç edindikleri kadar, amaç için de sanat yapma telaşındalar. Başarıyorlar da bunu. İktidar karşıtı ve anti-emperyalist tutumlarıyla, muhalifliğin tutarlı örneklerini koyuyorlar ortaya."(Veysel Çolak, 2002 Şiir Yıllığı, Gendaş y.) Bu derginin, hazırladığı özel sayılar çerçevesinde, solda bilinen yazarlarla ilişkilenmesi ya bana atılmamalı. Bir yayın politikası bu da. Oluşturulan alanın meşrulaştırılması belki de. Edebiyat cumhuriyetinde söz hakkını kullanma isteği... ya da, yok sayılrnalara karşı bir yüzleşme... Bunu hak ettikleri kesin. 2003'te öğretici ürünler koydular ortaya. Ocak'ta yayınladıkları özel sayıda Sezai Karakoç'un Diriliş projesine bağlı olarak onun sanat anlayışını, düşünsel öngörülerini, politik önerilerini, şiirlerindeki estetik ve ideolojik derinliğini koydular ortaya. Sonra, Eleştiri Özel Sayısı ile ancak bir kurumun başarabileceği bir ürüne imza attılar. Cahit Koytak, Alaeddin Özdenören... gibi dergi şairlerine ilişkin hazırladıkları dosyalar, bir kadro bilinci üretmesi bakımından önemli olsa gerek. Bu arada, Haydar Ergülen'i benimseyip dosya konusu yapmaları da dikkate değer bir davranıştı.

 

Dergiler 2003 yılında şiiri, şiirin geleceğini sorun edinip aranışlara girmediler. Yönlenen olmakla yetindiler daha çok. Gelen şiirleri, yazıları düzenleyerek sundular okuyucuya.Türk edebiyatında pek olmayan editörlük kurumu tamamen işlevsiz bir hal aldı denilebilir. Dergilerin kadrosuzluğu, savlı sayıların hazırlanmasını da engelledi. Bu da dergi diye, seçkilerin yayınlanmasına dönüştü sonunda. Bu durum şiir ortamının canlılığını yok etti. Yüzleşmekten uzak, kendini kendiyle ölçmekle yetinen, karşılaştırma pratiğini işletemeyen bir şiir yazılmaya başlandı. Soruları olmayan; bu nedenle de hiçbir zaman yanıt alamayacak bir şiirdi bu. Bu arada gençlere sayfalarını açan dergiler de oldu. Varlık'ta küçük iskender, kendine gönderilen şiirleri "Rimbaud'larla Baş Başa" adlı köşesinde değerlendirdi (?!) İnanılmazdı bu değerlendirme yazıları. Aptalca olanın saflığında bile değildi hiçbiri. Hiçbir neden ortaya kaymadan verilen yargılar, sadece boşluk oluşturur, öyle de oldu. Bir estetik yargının kişisel beğeniyle sınırlandırılıp duyguların yansıtılmasıyla belirlenmesi, kabul edilemez bir öznellik olmanın ötesine geçemez.

 

Bu arada, estetik yargılar için doğruluk-yanlış lık aranamaz elbette; ama nesnel niteliklere dayanan yanlarının açığa çıkartılması gerekir. Bu durumda, bir şiirdeki olumlu (güzel kılan) öğe saptanabilir; ama bunun diğer öğelerle de olumlu bir bağıntısının olması gerekir. Şiir için genel-geçer ölçütler yoktur elbette; ama belirginleşmiş, hiçbir zaman yok sayılamayacak, yerleşmiş niteliklerin varlığı da görmezden gelinemez. Bu, en az öznellik kadar; nesnel olmayı da gerekli kılar. Böyle bakılmadığı sürece şiire ilişkin her yargı keyfi olacak ve boşlukta kalacak; giderek bir iktidar oyununa dönüşecektir. Ne yazık ki yapılan bu. Bu bağlamda E. Bülent Yardımcı'nın Kül'de, Şeref Bilsel'in Edebiyat ve Eleştiri'de yazdığı değerlendirme yazıları daha içten, daha şiirden yana... Budala dergisinin gençlere yönelik dosyalar düzenlemesi de ilginçti. Biraz tuhaf kaçsa da, sınav edercesine düzenlenen söyleşi soruları, şair adaylarına kendi konumlarını fark ettirmeyi amaçlaması bakımından önemliydi. Poetikaya ilgisizliğin böylesine yerleştiği bir şiir ortamında, umalım, işe yarar bu çaba. "Şair mi olacaksın, teorisyen mi?" denilerek şiir üzerine düşünce üretmeyi yadsıyan anlayış, Türk şiirinin yıkımını da beraberinde getiriyor. Şair istemese de poetika yapar. En azından kendi şiirinin teorisyenidir. Öncelikle kendi şiir pratiğini kavramak zorundadır çünkü. Bunu yapabilmesi için de, diğer şiir pratiklerinin farkında olması gerekir. Böylece edinilen şiir bilgisi, yazılan şiirin yeni bilgiler üretmesini getirebilir. Bu başarılınca da yeni bir şiire doğru yol alınabilir. Baki Ayhan T. , böylesi bir anlayışı öncelemesi bakımından şiirden yana bir içtenliği koyuyor ortaya."Soylu Yenilikçi Şiir" adlı yazısı bir bildiri, bir manifesto niteliği taşıyor. (Budala, sayı2S, Ekim 2003)

 

Yazdığı şiirden çıkarttığı ölçütlerle bir şiir disiplini öneriyor. Bunu yaparken de yandaşı olduğu ve karşı çıktığı şiir anlayışlarını saptıyor. Şiirin dış-biçim özelliklerine, diyalektik yapısına, diline ve sözcük seçimine kadar... somut gerekçeler koyuyor ortaya. İlk bakışta yadırgansa bile, bir tavır olarak yabana atılamayacak bir çıkış sayılabilir bu girişim.

 

Artık toprağın bile ölü olduğu bu şiir ortamında şairler oturup düşünmeliler. Görünen bu. Öncelikle şair, bir tavır insanı olduğunu anımsayıp buna göre yeniden kendini kurmak zorunda. Şiirden yana olmak, insandan yana olmaktır. Bunun da anımsanması gerekiyor elbette. Ancak o zaman, yeniden şiire başlanabilir. Gene unutulmamalı ki, her zaman şiir militanlarına gereksinme vardır.

Veysel ÇOLAK

Şiirakademisi ticari amaç gütmediği için ürünlere telif hakkı ödemez. Ürünlerin telif hakkı yazarına aittir.
5846 Sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Yasası uyarınca, ürünler site yönetiminden ve yazarından izinsiz kullanılamaz.  
Bebek Giyim - Toptan Oyuncak - web tasarım
Şiir Akademisi - Ana Sayfa