Şiir akademisi logo
Şairler Şiirler menü Öyküler
Fakir Baykurt Öykü Yarışması - Sarıyer Belediyesi Fakir Baykurt Öykü Yarışması sonuçlandı - Tanpınar Şiir Yarışması’nda Sonuçlar Açıklandı - 9. Aşık Mahzuni Şerif Beste Yarışması başlıyor - Dicle Koğacıoğlu Makale Ödülü 2017 - Bornova Belediyesi Şiir Yarışması - GİO 2017 Roman Ödülü - Sunullah Arısoy 2017 Şiir Ödülü Hüseyin Atabaş’ın - Gençlerden Atatürk'e Mektup Yarışması - "Attila İlhan Edebiyat Ödülleri" başvuruları başladı -


Onur BEHRAMOĞLU

Özgeçmiş Sayfası »

Daha Küçük Yazı Tipi | Daha Büyük Yazı Tipi

“YATAĞINDAN TEDİRGİN SU: İLHAN BERK”

“Şiirimizin uç beyi” İlhan Berk’i 90 yaşında yitirdik. Bedeni 90 yıla yenik düştü Berk’in, ama ruhundaki delikanlılık hiç yitmedi. Sanatın, en çok da şiirin armağanı olmalıydı bu. O, “Sözcükleri kaldırın dünya durur” diyordu ya, sözcükler olmasa onun da kanı akmayı bırakacaktı sanki.

 

“Su’ydum ben geçiyordum” diyordu sonra. Yaşamın geçip “giden” bir ırmak olduğunu hatırlatırcasına. Şiirin anlam değil, hissediş olduğunu söylerdi... Ama felsefi derinlikten yoksun “duygusallığın” anlamsızlığını da bilirdi. Bu dizesi en derin yaşamsal anlamları, en derin duyguları çağırıyordu okuyanda.

 

Türk şiirinin önünde çığır açan “İkinci Yeni” akımının düşünsel temellerini atanlardandı. Şiir yazmakla yetinmedi, şiir üzerine düşündü, onu geliştirmenin yollarını aradı. Yeniye hep açık oldu, deneyci şiirler yazdı.

 

İlhan Berk’in ardından yazmak, konuşmak zor. Sırtımızda 90 yıllık bir ömür ve geleceğe bıraktıklarıyla birlikte, sonsuz emek verilmiş bir şiir birikimi var...“Onlar için bir yer değiştirmekti ölüm / İki heceli bir sözcük benim için”, dedi ve gitti İlhan Berk. Dün dağlarda dolaştım evde yoktum diyecek bundan sonra, bulamayıp da sitem ettiğimizde.

İlhan Berk’in, Hâşim’den, daha öncesinde Neşatî’den, Şeyh Galib’den el alan bir geleneğin izinde ısrarla “anlam”ı dışlamasını; Apollinaire’den öğrendiği, birinci dizenin ikincisiyle, üçüncüsüyle sıkı sıkıya bağlı olmadığı, birbirini neredeyse reddeden, birbiriyle arasını açan dizelerini; “Saint Antoine’ın Güvercinleri”nden beri peşinde olduğu yeni anlayış doğrultusunda, âdeta dizeyi yerinden oynatışını; evlerin, sayıların, harflerin, otların şiirini yazarak git gide özneyi dışlayıp salt nesnenin şiirine varışını; “Bıktım yaşamaktan, bıktım bu cehennemden!” diye diye doksanına merdiven dayayışını; geçmişi olmayan bir adam gibi tarihi reddedişini; sentezi değil rastlantısal sayıp dökmeleri yeğleyişini yadırgadım uzun süre.

Sonra bir gün “Uzun Bir Adam”ı okudum. Yıllar boyu kimbilir kaç kez daha okuduğum o kitap, adamakıllı sarstı beni, yaraladı. 1.70 boyundaki İlhan Berk’in, o uzun (!) adamın eşyaya bakışı soğuk geliyor; “Benim hiç oyuncaklarım olmadı derken, böyle bir tümceyi yazarken, bunda anlatılmaz acılar buluyorum... Nasıl bir çocukluktur bu benimki? Beş yaşım, yıkık dökük, yangınlar, dumanlar içindeki bir dünya” diyordu işte, buruk, içten, yakıcı. Bütün Manisa, bir gömlekle dağa çıkar o çocukken. Silah sesini duyar ilk kez, ilk topu, ilk uçağı görür. Dağa çıkışını, sonra da inişini hiç unutmaz. Evleri yoktur döndüklerinde, yıkıntı nedir o gün öğrenir. Her an ölülerle kabaran çukuru, can çekişen düşman askerlerini, ölü bir askerin bacaklarına çakılarını saplayan çocukları görür. Belki o gün başlar şairliği İlhan Berk’in.

Annesi “dünya güzeli”, babası, “bodur, esmer, çirkin, suskun bir kara adamıdır”. Evde babasından söz edilmez. Altı kardeşi vardır; bir o kadar kardeş de,  babasının ikinci eşinden. Onda hiç fotoğrafı yoktur babasının, ondan kalan hiçbir şey de. “Tevzir Veli’nin oğlu” olmaktan duyduğu utanç vardır bir tek. “Bir saat, bir zincir, bir ağızlık, bir kadeh kalsın isterdim” diye sayıp dökmesi, bu kez şiir olup çarpar insanı. Babasının leblebicilik, yoğurtçuluk, murakıplık yaptığını anlatırken, “Benim çocuk dünyamda murakıp sözcüğünün yeri çok büyüktür. Anlamını hemen açmayışı, kapalılığı, karanlığı en sevdiğim yönüydü” deyişi, savunduğu şiir anlayışının derindeki köklerine işaret eder. Kâğıda, kaleme âşık, uzun-ince olmayı seven bir şairin, annesini anlatırken, “Uzun boylu, incecik yüzlü, kâğıtlar gibi beyaz, duruydu” nitelemesi şaşırtıcı mı? “Nilüfer gibi de suskun, gizemliydi annem” demesi? “Annemle karanlık geceler bazı çıkardık / Boşlukta denizler gibi yokluk ve karanlık” dizelerinin Ahmet Hâşim’ine bağlanması? Annesine en çok Allah’ı sorar İlhan Berk:

“Anne, Allah hiç bize gelmez mi?”
“Gelir elbet!”
“Ama ben onu hiç görmedim.”
“Onun geldiği zamanlar sen hep uykudaydın.”
“Bir daha geldiğinde beni uyandır, olur mu?”

Bir Tanrıtanımaz olur. “Tanrı öldü” haykırışının Nietzsche’ci Tanrıtanımazlığı değildir bu, kendiliğindendir. Araya hiçbir şey koymadan bakar dünyaya, tüm inançları yadsır. Düşünce düzeyinde, Marksizm ağır basar bu bakışta, ama bir o kadar da Dionysos’çudur. Coşkulu, günahkâr Rimbaud’yu, André Gide’i; içgüdülerinin, duyularının, kadınların sesini; kara adamı babasına inat, deniz kıyılarını sever. Başka neleri mi sever İlhan Berk? Hep ellerinden tutan ve ona dillerini öğreten çocukları, biricik arkadaşı İstanbul’u, ileri karakolculuğu, uç beyliğini, çıkmaz sokakları, Latin alfabesinin en erotik harfi ‘Y’yi, sabah saatlerini, yürümeyi, dünyanın iki ünlü körü Homeros ile Borges’i, gökyüzünü, çocukken martı olmak isteyen Haendel’i, Greta Garbo’yu, Amerikalı şair Walt Whitman’ı, Rus şairi Hlebnikov’u, Jön Türkleri ve yaralı Cumhuriyeti, telefon rehberlerini, kahveyi, çayı, türlü otlar kaynatıp içmeyi, pipoyu, tarhana çorbasını, zeytinyağlı yemekleri, vücudunu, koyu renk esvapları, uzun ceketleri, ayakkabıları, boyunbağlarını, dar gömlekleri, yaşının adamı olmamayı, “dal gibi olmak” deyimini... İki üç türkü bilir; iyi değilse de, “sesinde bir burukluk vardır”.

Ona kimse oyuncak getirmemiştir. Yalnız sapanları bilir oyuncak olarak, kendi yapmıştır onları da, ortaçağ kentlerine benzettiği çocukluğunda. O dünyanın yıkılışı, ablasının ölümüyledir. Tek başına bir odada kalan büyük ablası delidir, her zaman çıplak gezer, odasından dışarı pek çıkmaz. Saçları hiç kesilmediğinden topuklarına dek uzanır, “uzun, ince bir yüzü vardır ve resimlere benzer”. Yedi yaşlarındaki İlhan Berk, sabahları ablasının yanına koşar; ablası, “Bu dünyada sevdiği her şeyi, göğü, ağaçları, ormanları, çocukları, su yollarını, taşları, çiçekleri, yağmuru odaya doldurur; hepsinin içine de kendini koymasını bilir”. Düşman Manisa’ya girince onu evde bırakıp dağa çıkarlar. Yangın, evlerini sarınca, saçlarından tutuşarak yanar, kül olur ablası. “Yıkıklık, bana ondan kalmadır ya da ben onun ölümüyle yıkıklığı bu yeryüzünde ilk böyle öğrendim” der.

Onu elinden tutup dünyayı görmeye çıkaran Halil İbrahim ağabeyiyle birlikte, Manisa’da gelip geçen trenlere dondurma satarlar. Daha sonra ciğerci çıraklığı yaparken kendi kendine işine son verişini şöyle anlatır: “Ustamın yine dükkânda olmadığı bir gün, sattığım bir ciğerin parasını tam cebime atıyordum ki ustam çıkageldi ve benim parayı cebime koyduğumu gördü. Hiçbir şey demedi, baktı öyle yüzüme, ben de parayı çıkarıp yerine koydum... Bir daha o sokaktan geçmedim. Hepsi bu.” Kunduracı ve dişçi yanında da çıraklık yapar. Kunduracıda, sahtiyandan, siyah bir ayakkabısı olur; ustasının verdiği, dikişli, hafif, düz bir ayakkabı. Sabahları ağabeyi atının arkasına bindirir onu, dükkânın oralara bırakır. Atın dörtnala gittiği bir an, ayakkabısının bir tekini düşürüverir, korkusundan hemen söyleyemez, söylediğinde de artık çok geçtir, ağabeyinden kırbacı yer. Dükkânda yorgun düşüp uyuyakaldığı bir öğle üstünde, diğer çıraklar, uyuyup kaldığı duvarın dibine bağlarlar onu. Bu iki olayı hiç unutamaz. İki yıl kesintisiz, beş yıl da aralıklarla yanında çalıştığı dişçi Hüsnü Erman’ı ise, iyiliğiyle hatırlar. Şairi okumaya sevk eden kişidir o; bir köy öğretmeninden, dördüncü sınıfa değin okumuş gibi bir belge alıp beşinci sınıfa yazdırır Berk'i. Öğretmen okulunu bitirene kadar da yardım eder ona. Ama, kendisine babalık etmiş insanı, bir daha görmez şair, Manisa’yı da öyle. “Geriye bakmak ürkütüyor mu beni?” diye sorar. “Gerime ancak yıkarak bakabiliyorum. Bir canavarlık bu. Biliyorum” diye itiraf eder.

“Uzun Bir Adam”ın ardından 1955-1990 arası günlüklerinin yer aldığı “El Yazılarına Vuruyor Güneş”in gelmesi, İlhan Berk’le kaçınılmaz biçimde derin bağlar kurmama yol açtı. “Hiç kimsenin önünde yazamam, düşünemem. Büyük bir yalnızlık işidir benim için yazmak” diyordu o da. Bir şiiri bitirince insan arasına karışmak istiyordu. Dubrovnik’i gezerken Marx ile Engels’in iki kötü fotoğrafı önünde duruyor ve günlüğüne şu notu düşüyordu: “Ama Marx’ı, fotoğraf ne denli kötü olursa olsun bozmamış yine de. Gülüyor Marx, o güzelim sakallarıyla.” Yürüyerek altını üstüne getirdiğim şehirlerde dolaşıyor, bütün şehirlerde yaya dolaşmak istiyordu. Budapeşte radyosunda kendi şiirlerini okurken sıkılıyor, ünlü çigan orkestralarından o da hiç tat almıyor, yolda bir çocuğun başına dokunup geçiyordu. Paris’te bir kardinalin söylevini dinleyip tükürüyor, her yerde us kokusu duyuyor, Fransa: 2x2=4 diyor, çok sevdiğim Jacques Prévert’den sevgi ve hayranlıkla söz ediyordu. “Viva Zapata”yı defalarca izliyor, hiçbir dilde çiçeklerin adını bilmediği için yazıklanıyor, nehir kıyısında bir saat yürüyüp ıslık çalıyordu. Çalışırken her zaman yanında yiyecek içecek bir şeyler bulunduruyor, pazar yerlerini seviyor, bazı sabahlar “Yüzünün neresinde topluyorsun saçlarını?” gibi bir dizeyle uyanıveriyordu. Yurtdışında bankacılık teknikleri stajı görmüş, Homeros’un “Odysseia”sını o da bir rüzgârlar kitabı olarak okumuş, Turgut Uyar şiiriyle o da acılanmıştı.

1970’te Ziraat Bankası’ndan emekli olduğunda, emekli ikramiyesinin yarısıyla Bodrum’da, “yıkık bir bodrum evi” alır İlhan Berk. Sıvasını, badanasını, her işi öğrenip işçilerle beraber yaparak, oradaki eski evleri gezerek onlarla uyumlu olacak biçimde onarır, eşi Edibe Hanım’la birlikte yaşayacağı evini. Eski Ege, limanlar, balıkçılar, peygamberbalıkları, koylar, duru sular, forsalar, gelgitler, anaforlar, zıpkınlar girer şiirine; ağaçlardan arkadaşları olur, düşünürken bulur kayayı; “Çok Yaşasın Sayılar”, “Şeyler Kitabı”, “Berk Sözlüğü” yazılır.

“Aşk ki bazen solgun bir ilçedir

Sürdürür derinliğini”

dizelerinin İlhan Berk’i, “Galile Denizi”nde şiir adadığı Sait Faik’i derinden, aşkla sever hep; Oktay Rifat, Necatigil, Turgut Uyar, Edip Cansever, Cemal Süreya ve Ece Ayhan’la beraber doğduklarına inanır.

Oktay Rifat’in öldüğü günün ertesi, defterine şöyle yazar: “Dünya güzeli bir adamdı. Mallarmé’nin, ‘Şair, şairden başka bir şey olamaz!’ sözü de onun için biçilmiş kaftandı sanki. Yazdıkları üstüne başına benzeyen o halis şairlerdendi. Cumhuriyet ilk klasiklerinden birini, dünya da büyük bir şairini yitirdi.” 

Oktay Rifat’ın, büyük değişmezliği içinde ne kadar değiştiğine dikkat çeker, kendisi de onun gibi, “bir metni iki-üç elle yazmak ister, devrimciliğin de bunda yattığına inanır”. “Dün Dağlarda Dolaştım Evde Yoktum”a, Rifat'a adadığı şiirle başlar:

“Saçlarını hep bıraktı, hiç el sürdürmedi. (Kuşlar tarasın diye.)

Gençliğinde Gerçeküstücülerin İstanbul kanadındandı. Ama Niğdeli bir yaprakla giderdi gittiği yere.”

Ece Ayhan’a hayranlık duyar, onunla konuşurken dizeler yakalar; çorba, pilav nasıl yapılır, ona öğretir. Ece Ayhan’ın, “İlkokula yazılıp da gelmeyen çocuklar beni çok düşündürmüştür” cümlesini, deniz kıyısında bir banka oturduklarında “Burası güzel işte” deyişini bile günlüğüne kaydeder. “Ece dışında bunu dünyada kimseye yapmazdım” diyerek, kitapları üstüne sorular sorar ona, bir edebiyat dergisinde yayımlar. “Çağdaşlarım içinde başka hiçbir şair beni o denli ilgilendirmedi... Korkunç bir dünyada yaşıyoruz. Ben böyle bir dünyada yaşadığımızı da, daha çok, Ece Ayhan’a bakarak anlıyorum” der.

Balıkçı dostları vardır. Sait Kaptan öldüğünde, şu sözlerle uğurlar onu şair: “Sait Kaptan Halikarnassoslu eski denizcilerin sonuncusu değilse bile, yaşayan o birkaçından biriydi. Yaşının yüze yakın olduğu söylenir... Gördüğü denizleri anlatırken, hâlâ denizdeymiş gibi anlatırdı... Sait Kaptan’ın tabutuyla ben camiye değin gittim. Camiye gelince de ayrıldım. Sanki işim bu kadarmış gibi. Sevgili Sait Kaptan!” Salih Ağa vardır sonra, “bir çiroz inceliğinde” ve “dağı bir kitap gibi okuyan...”

Yazmak, onun için, kendi mitolojisini kurmak olsa da, başkalarının yalnızlığına dayanamadığı bilinir. Ona veda edip, kızıl bir kaşkolla Bodrum’dan Taksim Meydanı’na çıkarak “Türkiye’nin Yazarları İşçilerin Yanında” metnine ses veren Latife Tekin’e, “Senin romancı yalnızlığın bana çok dokunuyor” demiştir. Şair, son nefesini vermeden bir ay kadar önce, kadim dostu Leylâ Erbil, “Bugün telefonda konuştuk. İlk kez kötü gibiydi sesi” diyerek, anaç bir duyguyla, endişesini dillendirir. Hüseyin Alemdar, en güzel şiirlerinden birini yazar ustasının ardından: “her şey bir ayıplamadır, bak bu da bir ayıp--/ öldüğüme üzülme, ölüm bir çakıdır götürülür! / durup bir yıkık aşk dedim ilhan berk bir yıkık--/ şair ölse de göğü kanıdır kasığından dökülür.”

Doğayla içiçeliğin sonunda İlhan Berk, yaprağın, böceğin, suyun sesini duymaktan öte, yaprak, böcek, su olur. Bir çeşmeye ağzını dayar gibi resim de yapmıştır ama resim yaptığının bilinmesi, resimlerinin sergilenmesi, sevincini öldürür. “Aşk gibi yalnız kendi için büyüttüğü, çoğalttığı gizli bir yönüdür çünkü o.”

Çeşitli halleri yaşayıp –düşünürgezer, gökyüzü haritacısı, rüzgârgülü...– aşk hâline geçmiştir İlhan Berk, en güzel birkaç aşk şiirini bırakmıştır dünyaya:

“Sevgilim, işte eylül
Ve işte senin usul usul seğiren yüzün.
Zaman ki sonsuzdur
Bitmemiş şiirler gibidir.
Bazı hüzünleri
Bazı nehirleri tutup anlatmak gibidir.
Biz ki zamanı tırnak içine alıp yaşadık
(İsteğin bulanık kıyısında).
Bundan değil midir bizim aşkımızda
Sürekli bir akşam hüznü vardır.”


Elma gibi çalışkan İlhan Berk,


“Bağışla
ayrıkotu
hep ben
konuştum”


dedi ve gitti. Ki ölümü daha önce bir orfozun gözlerinde yaşamış, paranteze almıştır:


“Ve sırtı çekiyoruz
Yani gençliğini suyun
Devinimini, gelgitlerini
Ve akşam yürüyüşlerini
Bir akyabalığı çalımıyla
Bir akyabalığı geçiyor uzun uzun, yan çizgili, dikenli, çevik Hızla dönüyor Altmışaltı bükü, Mersincik burnunu
Ve bütün bükleri ve ölümü.
(Ölüm biraz yarındır dedim o gün, yarın, ertesi gün, ertesi günler
Ve uzun uzun baktım bir orfozun gözlerine cançekişen bordasında gemimizin
Bakar gibi ellerime, ayak tırnaklarıma
Ölümüme
Dedim ki ölüm nasıl bir şeydir günün bu saatinde
Ölümleri sıraladım, yanyana yazdım
Yavaş yavaş okşadım sonra yüzünü, köprücük kemiklerini, anüsünü Ve derisini
Bir şey gitti geldi elimde
Kısaldı uzadı durdu
Anladım ölüm kalan bir şeydi bakınca ellerime
İçimden yüze kadar saydım
Gittim sonra sırtı çektim, saçımı taradım, ayaklarımı yıkadım uzun uzun
anaforlandı durdu su).”


“Toplu Şiirler”, İlhan Berk, YKY, 2008

 

Remzi Kitabevi
www.remzi.com.tr


Onur BEHRAMOĞLU

 
Şiirakademisi ticari amaç gütmediği için ürünlere telif hakkı ödemez. Ürünlerin telif hakkı yazarına aittir.
5846 Sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Yasası uyarınca, ürünler site yönetiminden ve yazarından izinsiz kullanılamaz.  
Bebek Giyim - Toptan Oyuncak - web tasarım
Şiir Akademisi - Ana Sayfa