Şiir akademisi logo
Şairler Şiirler menü Öyküler
Fakir Baykurt Öykü Yarışması - Sarıyer Belediyesi Fakir Baykurt Öykü Yarışması sonuçlandı - Tanpınar Şiir Yarışması’nda Sonuçlar Açıklandı - 9. Aşık Mahzuni Şerif Beste Yarışması başlıyor - Dicle Koğacıoğlu Makale Ödülü 2017 - Bornova Belediyesi Şiir Yarışması - GİO 2017 Roman Ödülü - Sunullah Arısoy 2017 Şiir Ödülü Hüseyin Atabaş’ın - Gençlerden Atatürk'e Mektup Yarışması - "Attila İlhan Edebiyat Ödülleri" başvuruları başladı -
Yazar: Mübeccel İZMİRLİ
Öyküleri - Öykücünün Hayatı

KOKU

Arkadaşı, yüzünün ürkek kararsızlığına bir daha eğildi. Ve sonra kitabın 16 ncı sayfasından bir bölümün 3 üncü satırına parmağını basarak “oku!” dedi:
“Kadının bir en yüce söz veriş gibi sevilmesi ve kutlanması gerekmektedir. Bu, yerine getirildikten sonra da tutulan bir söz veriştir. Kadının seçilmesi ve yalnız bir tek yaratık için geçerli olan imi alması, ruh ve vücut arasındaki sözde ayrılığın anlamsızlığını ortaya koymaya yeter.  Bu dereceye ulaşıldığında vücut aşkının ruh aşkıyla tek bir gerçek haline girdiği apaçıktır. İki varlığın birbirini isteyişi, ruhsal ve organsal birliği yaratacak kadar güçlü olmalıdır. Böyle bir birliğin gerçekleşmesi çeşitli engellerle karşılaşabilir. Ama, biz bu aşkı aramıya lâyıksak, yâni böyle bir aşk kavramını herhangi bir sebeple veya kızgınlık yüzünden de olsa kökünden kurutmamışsak ona karşı duyduğumuz susuzluğa hayatın hiçbir gereği engel olamaz…”
Arkadaşının, bu satırları ona niçin gösterdiğini, kelimelerin üzerine haince basa basa, aynı deyişleri kendisiyle birlikte niçin tek tek yüksek sesle okuduğunu bilmiyordu. İnce bir ter şakaklarında; kızarıp sessizce gülümsedi. Hâlâ utanabildiği için de üstelik sinirleniyordu. Okuduklarına bir daha eğilmek isterken, henüz sayfaları açılmamış halde, kitabın bir eşinin de kendi kitaplığında bulunduğunu hatırladı. Ve o güçle cevapladı dostunu, aynı vurguyla kelimelerin üzerine basarak: “Eve gidince tekrar okurum hem. Bu konuyu bundan böyle biraz da olması gerektiği gibi, yani kitapların yazdığı ve senin istediğin gibi düşünebileceğimi sanmıyorum.” dedi. Sonra susar susmaz, hem hiç de ilgili olmadığı halde ve bir anlamsız sıkıntılı tedirginlik içinde sabahki yıldız falı aklına geldi. Geldi ve saflığına bir daha sessizce gülümsedi. Ondört yaşındaki kızlar gibi gazetelerin yıldız fallarına sarılmak bir de. Bir bu eksikti. Niçin olmasın ama? Kitapta okuduklarının yıldız falıyla ilgisi niçin olmasın? Tedirginliği hiç de anlamsız değil belki. İnsan büyük umutsuzluklarda, büyük boşluklarda, büyük kararsızlıklarda mı tedirgin olur sadece? Ansızın gelen mutluluklar, büyük gürültülerle geliyor, derin telâş ve şaşkınlıklarla yaşanıyorsa ve bütün bunlar olurken mutluluk kendinden emin ve kararlıysa, yeni bir düzen dolayısiyle bir değişim getiriyordur birlikte her şeyden önce. Doğal olarak bir de tedirginlik getirecek yanısıra. O yüzden… Burada birdenbire durdu. Biraz daha gerilere uzandı, kaydı öylece; odanın kapıya daha yakın noktasında üç gün önce geçen olayın hâlâ havada kalan, taşlarda gezinen gerçeği üstünde durdu, dondu. Ses hâlâ boşlukta açılıp yükselir gibi, direnir gibi, yalvarır, ya da buyruk verir gibi ürperiyordu:
“Allahısmarladık demeyeceğim, çünkü bu bir veda değil, çünkü yine sana döneceğim. Dönmek üzere giderken, kişiliğinde benim gerçek bir değişime girdiğimi düşün. Yani sevdiğime, düşünemiyeceğin kadar çok istediğime, sana ve artık seninle ilgili bir belli gerçeğe ve bu gerçeğin getireceği sana ait olmak istediğime inan. O içine kapalı sessiz, kendini gürültüsüzce anlatan, öylece söylüyen dünyanı seviyorum senin. Yumuşaklığını ve sıcaklığını seviyorum. Şakaklarının ince tüylerinden öpmeyi, en güç anlarında ağzının kenarında beliren o hem çaresiz, hem mûzip çizgiden öpmeyi seviyorum. Dizlerinin, parmaklarının, çıplak küçük ayaklarının sinirli oynayışlarını, O KUTSAL SICAKLIK içindeki çocuksu korkularını, bütün o ürkek telâşlarını ve… en tatlı utanmalarını seviyorum. Bir ıslaklığın var severken, onu… Sonra sokuluşunu seviyorum, ince ve kadın. Nasıl gidiyorsam öyle, belki de çok daha sıcak, daha dolu seninle ve bir sınırsız özlemle döneceğim. Ama sen bu süre içinde geçecek yaşamını, yine de bir başkasıyle bölüşmek istersen…, özgürsün. Bana sadece yaz, habersiz olmasın, hepsini anlat, bilmeyi isterim. Sonra da anlar ve susarım. Yine de kendimi unutturmamak için sana rahat vermiyeceğim. Mektuplarımın bir tekine cevap vermesen bile yazacağım. İyi günler küçük AYI’m benim… Çok iyi günler… Senin için en iyisi… İyi… gün… iyi, iyi… Kollarının arasında korkunç bir dönüşle havada buldu kendini. Omuzbaşlarına acıyla batan parmakların yargısında böyle ne kadar döndüğünü unuturken şakakları, yüzü, boynu, kıpkırmızı yangın… Dudaklarının değdiği yerlerde rüzgâr esiyor Güneyden. Kıyamet günü sanki. Kurallar çiğnenmeli mi? Kurallar… Ne yanı, ne?… Kapıya en yakın koltuğa düştü kollarından. Sonra kapının tez elden ve ustalıkla kapanışı… Bileklerinden ne kadar da akıyordu gözyaşları, ne kadar. O ince, inatçı küçük hıçkırık geç saatlere dek zorladı durdu boğazını. Çok sonra acıyan yerlerine bakmayı akıl edip yakasını açtığında, çukurluğu henüz düzelmemiş küçük, kırmızı lekeleri gördü omuzbaşlarında. Sinirli parmak uçlarının bağıran izleri… Tutkuyla gömüldüğü parmak uçlarının… dudaklarının uzanabildiği yere kadar eğilip her birini teker teker, ıslak kirpiklerini değdire değdire öptü. Kaybolmalarından, her geçen günle renklerinin kahverengiye, kirli sarıya, beyaza, yokluğa dönmelerinden korkarak… İyice örttü giysisinin yaka ve kollarını saklanır gibi. Ve bu arada kumaşa sinmiş güçlü, harikulâde erkek kokusunu duydu. Sıcak havada sımsıkı göğsüne bastırır, orada soluğunu keser gibi, nefes aldırmadan sıkarken, ince ince sızan teri geçmiş olmalı. Bir daha geri dönünceye kadar bu giysinin hiç su yüzü görmüyeceğini bildi. Evet, bütün ayrılıklar gibi bir ayrılık, bütün gitmeler gibi bir gidişti işte. Bütün o gösteriler, sözler, istekler, sıcaklıklar da, her ayrılık ânının kimbilir kaç milyon kez, birkaç ilmekle bir halkaya rastgele tutturulan bağlantı eylemiydi. İnsan sahiden düğüm atıp atmadığını farketmiyordu bile sonradan. Öylesine kolay oluyordu çözülmeler çünkü. Amma yine de tam o noktada ve o sürenin henüz esintili, hüzün dolu heyecanı içinde her şey o denli anlamlı ve kutsaldı ki, sonradan artık hiç de böyle olmayacağını bile bile, ilk ihanetin kendinden geleceğini bile bile, kişi yine de o ânın güzelliğine sonsuz bir mutluluk umudu gibi ilk ve son kez sarılmak istiyordu. Bu öyküdeki gitmenin acısı da, bir gönül serüvenini bu türlü yaşıyan ve duyan başkalarınınkinden ayrı olmamalıydı kesinlikle. Kendine ilişkin olanı, kendi yaşadığını özge sanmak ölçüsünde budala bir sanı olabilir mi? Ancak bu kez geriye, yalnızca bu olaya özgü bir fark, ötekilerden ayrı anlamda bir görüntünün düşünce ve gerçek tortusu kalıyordu ki, önemli olan ve onu düşündüren de sadece buydu, bu…
Olaylar içinde işlerin ne aralık o denli sarpa sardığını Tanrı bilir. Kısa ve garip arkadaşlıkları süresince, kadın çok kereler çekip gitmeyi istediği halde, davranışları hep onun korkulu erkek gücüne çarpıp erimişti. Her seferinde bir kadının nasıl istenip alınacağını, bir takım durumlarda hattâ nasıl zor kullanılabileceğini ve o en duygu dolu, sakıncalı anlarda bile zor kullanmanın nasıl bir büyük gereksinme hâlinde belirip, adele zorunun kendisine ulu bir mutluluk gibi uzatıldığını görüyordu, nasıl…. Direndiği yerde bileği bükülerek götürülmek… Bilekleri de pek çok acıyordu ama, hiç dinmeyeceğini sandığı korkunç öfkeleri, kırgınlıkları, kendininkinden daha güçlü bir kızgınlığın kesin ve ilkel “evet ilkel” yargılarında damla damla eriyor, korku oluyor, gözyaşı, mutluluk oluyordu sonra. Yoksa her şey çoktan biterdi. Gitmek istemi, apacı bir kaçış özleminden ve gelecek korkusundan başka bir şey değildi kadının çünkü. Dengesiz, tutarsız bir ilişkinin, sonu belirsiz bir mutluluğun yarınını bekliyen geceden korunma telâşı, çırpınışı yani. Ama her kez o kaçış, o sağır kapsama duvarında yitip gitti işte. Şimdi de ağlıyordu ara sıra. Sevgi miydi boşluğundaki, acılığındaki o isimsiz tad? Katiyen emin değil… Dönüşünü sonuna dek sabırla bekliyebileceğini bile bilmiyor. Hâlâ mektuplarına karşılık vermeme kararı… Ya da birkaç satırla ve bir sevdiğinin deyimiyle: “İnsan hayatını kaplıyan öyle hatıralar vardır ki, onları yeniden yaşamak, hayâl etmekten güzel olamaz.” Onun için burada hepsi bitecek, diye yazmak istiyordu. Yazmak ona… sonra da bir daha aramama isteği sık sık. Yine de yaşamın bu yüzünde ömrüne ilk giren heyecanlarda ondan ayrı geçecek bir beraberliği şimdilik düşünemiyor, o tanrısal cins özelliği, kadınlığı yani, en doğal yönüyle şimdi sadece onu istiyordu sıhhatli bir bütün olarak. Bir ruh ve organizma bütünlüğü o büyük gelişim… Ki önünde durulamayan… Doğa yasalarının durduramadığı doğa verisi. İlk kez ondan, o güçlü erkek yapısından alıp yaşadığı ve neden sonra tanıyabildiği güzelliklerde seçtiği şey… SONUÇ: Kural olan yani…
Beri yandan ve daha dün gibi yakın bir zaman içinde bir de gerçek olduğunu, asıl olduğunu sandığı bir başka adanmışlığı daha vardı oysa. Başka ve ayrı… Yıllarca özlemini taşıdığı bir başkası. Değer verdiği, yaşamında kesin yeri olan, ya da öyle olduğuna inanmak isteğinde belki uzun süre inandığı kişi. Onunla da yeminler, onur sözleri, vaatler, gözyaşları, okul sıralarının heyecanları… Şiir, aşk ve ıstırap dolu bir serüven. Sonsuz bir duygusal dökülüş ve harcanış içinde… Onunla da önce hepsi çok güzeldi tabii. Bütün o hayâl ve renk dolu gösteriler, o hiç büyümeyen, hep onaltı yaşın lirizmini taşıyan yönüne seslenip durduğu için bulutlarda gezmişti çok uzun bir süre. Belki başkalarının hattâ aşırı saflık diyebileceği ölçüde çok uzun süre, yıllarca. Sonra bir gün bir türlü gün ışığına çıkamayan, bir türlü soluk alma imkânını bulamıyan beklemeler, rûhun o en hareketli köşesine uzun süren bir hastalık gibi, sıkıntı değilse bile ağırlık vermiye başladı durup dururken. (Salt duygusal eğilimle sürdürülen ilişkilerde bir gün beliriveren yetersizlik sonucu… Başkaldırma bir anlamda, bedenin istekleri…) Hiç büyümeyen onaltı yaş kimliği, hakkını doyunca ve dolunca yaşayıp çekilirken, hiçbir zaman çocuk ve gençkız olmadan hayatı birdenbire tanıyan kadın yönü, kişi yönü, kendine ait olanı beklemiye, sonra da İSTEMİYE kalktı, doğal olarak. Ve BOŞ… LUK…
Yaşamımıza her nasılsa karışmış üçüncü kişilere, yasaların buyruğunda tutsağızdır bâzen. İşte öyle bir başkası karışıyordu bu noktada, bu adamın hayatına. Bir kadın… Üçüncü kişi… Ama ilk planda adama ilişkin. Toplum yargısına göre de erkeğin yaşamında önce gelen… Üstelik kendisinden çok çok önce başlayıp bitmiş bir hikâye. Ak sayfalar üzerinde kuyruklu imzalarla. NİKÂH DÜZENİ YANİ.. Akça pakça taze de pekâlâ. Duru beyaz bir ten. Simsiyah kalem gibi, yay gibi (azıcık rastıklı sadece) kaşlar. Gerçek anlamda siyah gözlerin güzeli. Boy pos yerinde. tatlı, terbiyeli, hamarat, hanım hanımcık ev kızı. Ve… Ehlinâmus… Ne istenir daha? Beriki adamın yaşamında bir anlam güzelliğine, estetikten kurulu bir düzene, bir gök ve Tanrı dünyasına seslenecek. Bütün bu yüceliği o verecek adama. Kendine verilenlerin, kendinden alınanlara benzeyeceği gibi… Sonra da simsiyah gecelerin güzelliğinde ondan istenemiyecek ve ona verilemiyecek tek şey, Tanrının insana ilk önce sunduğu en mutlu hak olarak ÖTEKİYLE yaşanacak. Evet, Tanrının sunduğu ve insanların ayıplamıyacağı gibi varoluş özgürlüğü içinde, İLK ELMADAN TADLA… Tabii hayâl de, şiir de, düşünce de suskun ve doygun bir bedende daha bir anlam kazanır, mâlûm ya… Evinde doyduğu zaman kendisine koşuyordu adam, bir başka susuzluğuna arayış içinde… Bu arayışın dışındaki şeyler (gûya kötü şeyler, ayıp, çirkin gûya) bu kadından istenemezmiş gibi, sonsuz saygılar içinde… Aptalca bir yerde… Korkunç…
Bir gün amma, bürümcek duygularının raksında, renk ve müzik dolu gezegenlerin ötesinde, nikâh düzeninin dışında kalan kendisinin de yaprak gibi, bulut gibi, hayâl gibi bir güzelliğe cevap vermekten ibaret soyut bir nesne olmadığını anlayıverdi kadın. Salt şiirin, duygunun, düşüncenin, ülkünün kadını olamıyacağını anlayıverdi. Bütün bunların hepsiyle birlikte, sımsıcak bir gerçeğe ait olduğunu bildi aynı zamanda. Belki kimsenin olmadığı ölçüde.
Hâlâ gençti. Ufak, ince fiziğinin dış etkilere dayanıksız görünen yapımı ötesinde en ulu heyecanların kaynağı gibi, şaşılacak denli sıhhatli bir kuruluşu vardı. Sevdiği adamı özge biçimde ve dayanılamıyacak bir güçle özlediğini duydu sonunda bir gün. Daha sonraki günlerde de aylarca, yıllarca hep arttı bu özlem. Ama saygıdan mı, çekingenlikten mi, bir yetiştiriliş sakatlığı, bir yaradılış eksikliği mi, neden olduğu bilinmez, erkek aynı derecede güçlü olduğu sezilen isteklerini tüm şiirsel ezgiler, ılık dost söyleşileri, romantik yazışmalar altında sürdürüyor ve en büyük sevgisine aynı tutkuyla bağlı eski liseli öğrenci kalmakta devam ediyordu. Önce şaşkınlık geldi tabii. Ardından yersiz, (belki de yerli) alınganlıklar, sonra düşkırıklığı, yorgunluk, bezginlik… Daha sonraları bir toparlanma ve çekiliş devresi. En sonu ince ince, küçük, sessiz kopmalar, çözülmeler, uzaklaşmalar…
Tam bu noktada kadının hayâli ve istekleri bir belli soruna gelip dayanıyor ve orada, o eski cinsel hikâyede öylece çok ilkel bir düş olarak son buluyor değildi, katiyyen. Hattâ bu konu onun için yaşanan en gerçek ânında bile daima sır dolu bir evren olarak kalmış ve ona daima da sebepsiz (belki sebepli) ürküntüler vermişti. Hiç de güçlü bir dişi sayılmazdı bu konuda, hatır. Böyle bir sebeple tedirgin olmak diye bir şey de olamazdı kuşkusuz yaşamında (bedeninde yani…). Çok daha sonra, şimdi uzaklara gidenin beraberliğinde tanıdığı ve ilk uğradığı o kutsal değişim içinde bile, bedensel bir yakınlıktan çok, daha başka bir takım sürprizler, uygunluklar arıyordu hattâ. Kader birliği ettiğimiz, adandığımız kimselere ayrı türde ve başkaları ile olduğundan apayrı biçimde mutlu bir alışverişimiz vardı. Anlatılamaz bu, yaşanır sadece ve kendi kendine olur. Olamıyor, yürümüyorsa eğer, beraberliğin anlamındaki yetersizliği, ya da kişilerdeki o güzellikle ilgili eksikliği kabûl etmek gerekir. İşte bu hikâyenin bitimine sebep olan bu belli gerçeği de böylece kabûl etti kadın. Arkadan neler geleceğini bile bile de ötekine gitti… Adanmışlığa ihanetle, sabırsızlıkla, isyanla, hafiflikle ve belki günahlarla suçlanacaktı. Ama her kadın gibi beğenilme ve BİLİNÇLE İSTENME hakkının kendinde kalmasını istiyordu artık. Toplum içinde bir savaş alanı vardı. Bu çerçevede yıllar yılı kurtlarla, böceklerle dolu yöresinden gelen gerçek günah kokulu soluklara, yalan, ya da gerçek, en istemli dileklere öylesine direnebilmiş, o değin uzun süre onun kalmayı bilmişti ki, şimdi onun tarafından ve hâlâ öyle bir takım marazi gösteriler, eksik, yarım, gölge çıkışlarla, ne olduğu bellisiz duygularla arzu edildiğini hissetmekten kurtulmak istiyordu… Bir öpüş etkisiz olabilirdi bâzen ve zaman zaman da arzu edilir bir şey olmaktan çıkardı pek âlâ, ama kudretli bir erkek avucunun, elinizi tekelci bir anlayışla ve yalnız seven bir erkeğin eli gibi kavramasını beklerdiniz sık sık. Aynı ellerin aşk ve istekle ten üzerinde gezinmesi her zaman aynı güçle hayâl edilen bir şey değildir de, kudretli bir göğüste bir şeylere inanarak (hayata belki) yaşamanın özüne ve en önemlisi de kendinde o kocaman şeyi taşıyabilme gücüne inanarak bir saniye dinlemeyi özlemle beklerdiniz. Orada duyulan sıcaklığın bir an yalnızca şevkat ve güven akımını taşıması şarttır. Orada, o dinlediğiniz yerde… bir an… Sonra sık sık ta bir açıklama bekler ya kadınlar… Evet, kadınlar işte ONU, böyle daima yerli yersiz, vakitli vakitsiz duymak isterler ya?.. Hem de o söylenen şeyin sıhhatinden hiç de emin olmadıkları halde… Nasılsa budala değildir kadınlar. O ŞEY’in her zaman doğru olmayacağını pek âlâ bilirler. Ama en ciddi ve gerçek ilgiler bile gösteriden yoksun oldukları zaman, gerektiği şekilde verilmedikleri, belirtilmedikleri takdirde ne denli içten olurlarsa olsunlar harcanmıya, anlaşılmamıya yargılıdırlar.
Bütün bunları bu küçük kadın günlerce düşündü. Bir çağı kapatıp yenisini açar, bir yerden kopup öteye bağlanırken, pek çok düşündü. Haksız olup olmadığını, erginliğinde bir noktanın eksik kalıp kalmadığını hep düşündü. Aynı şeyi kaderinden koptuğu, ellerinden bıraktığı o arkada kalan adam yapmıyordu, yapmıyacaktı, belki de hiç. Yani bilinen anlamda bir ihaneti düşünmüyecek, uygulamıyacak, kısaca bir başkasına gitmiyecekti. Yeni bir şarkı, bir şiir, ya da şiirin heyecanını aramıyacaktı. Ama nasıl olsa bir başkasına gitme gereksinmesi de yoktu ki zaten pek öyle. Bu konuda iyi kötü bir belli düzeni, rahatlığı ve beraberliği vardı işte. Yürümüyordu ağır aksak. Nikâh serüveni!.. Şiiri ve güzelliği ve yaratıcı sarsıntısı olmayıversin ne çıkar? Ne olursa olsun birisiyle güven dolu bir ortaklık içinde sürdürebiliyordu ya yaşamını… Oysa kendisi yalnızdı, gençti, kadındı. Kadınlığını renkler, sesler, fısıltılarla yaşıyan bir ulu gerçekti en önemlisi. Buna karşın uzun süre kuşkudan, suçluluk tedirginliğinden kurtulamadı. Sonra bir gün yaşının dilekleri ile ölçülerinde hep gerçeği gösteren o yanılmaz ibre, yapılacak olan en doğru şeyi gösterdi ona… VAROLUŞUNU ÖZÜNDEN KAVRAYABİLEN VE NASIL SÜRDÜREBİLECEĞİNİ İYİ BİLEN BİR ÇAĞRI’ya böylece uydu gitti.
***
Dönecek olanın gelişini beklemiyeceğini hâlâ bilmiyordu. Gözyaşları anlamlıydı sadece. Giysilerine sinen terli soluğu uçurmamak için telâşla eve koşup sandık diplerinde unutulmuş bir bohça aradığı günü hayretle düşündü. Ve sandığı tekrar açıp, bohçanın katları arasına hapsedilmiş, kimbilir belki de hâlâ nemi üstünde o garip kokuya delice eğilmek isteği geçti içinden, delice. Sonra ellerini kumaşın üzerinden acıyan yerlerine usulca değdirişini tekrar yaşadı. Özenle sesini dinletmiye zorluyan bir şey var gibiydi kendinde. Büyüyen özlem belki… Ve şimdiden… Ve daha iki günde. İyi… Arkadaşı bütün bu işleri ondan iyi biliyor gibi ona bir şeyi mi göstermek istemişti? O şeyi, onun çok kısa bir zaman önce bulduğunu anlamadan… Yalnız iyi yaptı gene de arkadaşı. Kararsızlıklarını götürdü hiç değilse, gecikmeleri önledi. Ne kadar geç bir dönüştü bu yaşamıya zaten. Oysa ne diyordu kitap: KADININ EN YÜCE BİR SÖZ VERİŞ GİBİ… Tamam… Üstelik gelişine daha aylar var. Önemli değil tabii. Aylar nasıl olsa geçer. Bir yerde zaman en kolay savdığımız geçit. Doğruldu gülerek inceden. Elini boşlukta bir yere atar gibi salladı. Sayfaları açılmamış kitabı arıyor belki. Oraya yazarın eksik bıraktığı ya da hiç bilmediği bir bölümü kendinden ekliyecek…
Gitmeyi becerdiğine ve seçmeyi öğrenebildiğine seviniyordu.

 

(*) Mübeccel İzmirli, Sabah Geçidi, Sıralar Basımevi, İstanbul 1967

 


Mübeccel İZMİRLİ

 
Şiirakademisi ticari amaç gütmediği için ürünlere telif hakkı ödemez. Ürünlerin telif hakkı yazarına aittir.
5846 Sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Yasası uyarınca, ürünler site yönetiminden ve yazarından izinsiz kullanılamaz.  
Bebek Giyim - Toptan Oyuncak - web tasarım
Şiir Akademisi - Ana Sayfa