ÖYKÜcük
Hem çook ötelerden aldım sinyalimi, hem de içimdeki çan kulesinden. Uzaktakiler rahatına düşkündü, ben mideme… Ama keyfimizi kaçıracak kıpırtılar vardı sağımızda solumuzda. Durmanın, hele hele gecikmenin zamanı değildi, devindim. Buyruğumdaki kullarımı da devindirdim. Omuzlarını ve kollarını süsleyen pırıltılar güneşin yüzünü karartacak kadar çok ışık tükettiler. Gölgelendi alnım. Nerede bir devinim varsa orayı dinginleştirmek, kimde gizli bir çıban varsa onu deşmek, gereğinden fazla zeki olanları toplayıp tımarhanelere yerleştirmek gibi soylu görevler yaptım. Dik başlıların başını, fazla duygusal davrananların yüreğini aldım, her birinin yerine saman doldurdum. Saman iyidir. Geleceği ellerine bırakmak zorunda kalacağımız için en genç olanları da astım. Ya ne yapacaktım, besleyecek miydim? Besleseydim oyacaklardı gözlerimi. Gözlerim yerinde kaldı. Ama hiçbir şeyi görmek istemiyorum. Beş yerine yedi kez, her kezinde birkaç saat uzunluğunda okunmasını buyurdum ezanın, otuzüç yerine yetmişiki rekât olsun, dedim teravih namazı. Anlar arasında boşluk bırakmadım. Her şeyin dolusu… Oynayın, dedim ve oyun alanları, salonları yaptırdım her evin bahçesine. Birkaç milyon da yuvarlak… Yuvarlakların içi boş kalmamalıydı; nemli, kösnücül ve yumuşacık. Girip çıksınlar, girip çıksınlar… Boşaltsınlar içlerini her yerde, boş çuvalın nesi olur ki korkulacak? Boş çuval, boş çuvaldır! Soğanları, patatesleri, pırasaları doğradım, karabiber ektim üstüne, acı biber sürdüm. Derin boğuldu çığlıklar. Ne olur ne olmaz diye de bütün taşları bağlatıp köpeklerin hepsini sokaklara saldım. Onlar ve ben… Kulağımız dinç, gözümüz pek… Sürüp gidiyor yaşam. “Aaaah dünya varmış!” Aptal çokmuş, ölüm yokmuş.
Şaban AKBABA