YARINCI
O, esintilerin fırtınaya, okyanus fırtınalarına döndüğü gecenin sabahında
kendimi kıyıya atmaya karar verdim. Küçükasya’nın Kibele’sine “Tanrım sensin!”
deyip kurtulacaktım. Saatlerce ölçtüm biçtim, düşünmekten yoruldum. Sonunda
kendini cephede, siperdeki arkadaşının omuzlarında hisseden yaralı asker gibi
çıktım yatağımdan. Tuvalete gittim. Tuvalete gidiyor olmaktan utandım. Yüzümü
yıkadım. Sakalım var gibi geldi. Dün tıraş olmuştum; ama olsun, tıraş
olmalıydım. Tıraş oluyor olmak da bana küçültücü geldi. Kibele’nin tıraş
olmadığı belli, tuvalete gidiyor mudur? Onu tuvalette düşünmeyi de küçültücü
buldum. Sanmam, dedim. Tanrılar tanrıçalar öyle… Hayır! O ve tuvalet; ilgi
kuramadım. Tuvaletten çıktığımda kurtuldum o duygudan, giyindim. Onu bulacak,
onunla konuşacaktım. Her gün döşemelerine can kattığı
koridorun köşesine dikildim. Sol omzum biraz aşağıda, sağ ayağım, sol
dizimin üstüne atılı, ellerim pantolonumun cebinde beklemeye koyuldum. Islık
çalmayı beceremem. Bir de ıslık çalabilseydim…
Zaman acımasız bir satrap; bildiğinden bir dikiş şaşmaz. Ben, bir an önce
Kibele’nin bu mermerleri topuklarıyla yaşama döndüreceği anın gelmesini
dilerken o, Meryem’in Mahmut’a gülümsediği anı kullanıyordu.
Meryem’i ben, ilk gençlik çağımda tanımıştım; Elbistan’da, halamın Ceyhan
kıyısındaki bahçesinde. Bahçeye götürüldüğüm günlerden kendiliğimden
gidebildiğim günlere dek Meryem’i hep Mahmut’a bir ağacın arkasından
gülümserken gördüm. Bir keresinde, bir kocaman cevizin arkasına gizlenmiş her
zamanki fotoğrafı bekliyordum. Meryem, kocaman bir dutun arkasından
rastlantıymış gibi çıkacak, bir başka; ama daha küçük bir dutun ulaşabildiği
dallarından dut topluyormuş gibi yapan Mahmut’u görecek, bu rastlantıya
gülümseyecek. İşte şimdi, hayır tam da şimdi derken annemin kızgın sesini
duydum: “Sen kimi kişifliyorsun orada?”
Annemin sesiyle irkildim, koridor bomboştu. Kibele hala mermerlere
topuklarıyla bereket saçmıyordu. Saate baktım, zaman hala zalimdi.
Olsun, dedim, geçmesin; duracak değil ya, bildiğini okusun; nasıl olsa
birazdan, topukları Demirci Dursun’un örsü gibi koridoru biçimlendirecek:
çatada kütede, çatada kütede… İşte o zaman benim yüreğim de onun topuklarının
ritmine uyacak: pat küt , pat küt. Olsun, bugün, ona kendisini ne kadar
sevdiğimi söyleyeceğim. Günü zamanı geldi. Annem de öyle demişti: “Oğlum,
demişti, bugüne dek sana söylemem gereken bir gerçeği sakladım, günü zamanı
geldi, artık bilmelisin”
Annemin söylemeye çalıştığı gerçeği ben çoktan biliyordum. Bu bahçe benim
bahçem değildi, ağabeyimindi, bu kimselerin binmesine izin vermediğim at, benim
değildi, ağabeyimindi. Üzümlerini komşu çocuklarına götürerek “Sizin bağda böylesi
var mı?” diye öğündüğüm bağ, benim değildi, ağabeyimindi. Sonbaharda samanların
arasına gömdürdüğüm karpuzlar, benim tarlalarımdan değil, ağabeyimin
tarlalarından getiriliyordu kağnılarla. Kavunlar da, buğdaylar da, arpalar da,
fasulyeler de, ayçiçekleri de, nohutlar, mercimekler de… Bir bal, tenekelerle
Kara Emmi’nin getirdiği bal, benim kovanlarımdandı. Biliyordum.
“Ne!” dedi anam, “Biliyor muydun?”
“Biliyordum ana.”
Kalktı yerinden, boynuma sarıldı, “Yavrum” dedi, ağladı. “Biliyordun da
neden belli etmedin, ben de, nasıl söyleyeceğim diye kıvranıp durdum,
yıllardır.” Eğdim başımı önüme, sustum.
Ne deseydim?
Ayak sesi…
Kibele!
Ben başımı önüme eğip “Ne deseydim?” diye düşüncelere dalınca geçmiş gitmiş
önümden.
Birkaç adım attım arkasından. Durdum. Beni çakılıp kaldığım köşede
görmüştür. “Günaydın.” bile demedi. Kendini görmediğimi söylemek… İnandırıcı
olamaz. Bu zaten küçültücü olur.
Gün, zamanın satrap yanını iyice kanıtladı. Bitmedi.
Gece korkunun anahtarlarını verdi elime. Sabahı yorgun yakaladım. Bu kez ona
kim olduğunu değil, neyim olduğunu söyleyeceğim. Köşeyi tuttum. Buradan
geçecek, topukları koridoru doldurarak. Nasıl söylemeliyim? Annem, babama “Bu
oğlanla hiç ilgilenmiyorsun. Bir işin ucundan tutayım demiyor. Beni hiç
dinlemez oldu.” dediğinde babam, gözlerimin içine içine bakmıştı. Annemi
gammazlıkla suçlamıştım.
Başımı önüme eğmiş susmuştum.
Ne diyecektim?
“Ne diyor anan?” “Bir daha duymayayım.”
Babamın sesiyle uyandım.
Koridorun öteki ucunda ayak sesleri.
Kibele!
Ben ne diyeceğimi düşünürken geçmiş gitmiş önümden.
Yine koşmadım arkasından. Kendisini görmediğimi nasıl söylerdim. İnanmazdı.
Üstelik bu küçültücü olur. Önünden geçen sevgilisini görmeyen biri olmak beni
de küçültür.
Bu köşe uğursuz.
Yarın öbür köşede beklemeliyim.
Bütün gün kendimle savaştım. Zamanla dövüştüm. Gece yıldızların dilini
anlamaya çalıştım. Sabah, bütün gücümü topladım, bu kez öbür köşede beklemeye
başladım. Ayak sesleri buraya yankılanarak gelir. Mermer inlemeye başlayınca
bir adım öne çıkarım. “Günaydın!” derim. Evet, böyle başlarım. Duvara
yaslandım, taşın soğukluğunu sırtımda duyumsadım. Derenin kenarında çimenler
böyle soğuktur. Uzun süre yatamazsınız. Ciğerlerinizde bir ürperti duyarsınız.
Her uzanışımda ablamın sesini duyardım. “Canım, üşütürsün, çayır çeker,
sayrılanırsan hepimiz üzülürüz.” Ne diyeyim. Kalkardım. Elimdeki kitabı bir
ağacın çatal dalına kor, eve kadar gider, kendime bir minder alıp
gelirdim. Ablam bu uysallığımı sever, “Ablan kurban olsun.” derdi.
Ablamın sesine uyandım.
Ayak sesleri yine uzaklaşmıştı benden.
Kibele!
Geçip gitmişti önümden.
Olsun.
Yarın.
Artık kimse adımla selamlamıyor beni. Adım “yarıncı”ya çıktı.
Merhaba yarıncı!
Nasılsın yarıncı?
Her gün herkese, “Yarın görürsünüz.” diyorum.
Kibele, her gün bir şekilde geçip gidiyor önümden.
Yarını bitiremedim.
26 Eylül 2007, Mezitli.
Ümit ALOĞLU