Şiir akademisi logo
Şairler Şiirler menü Öyküler
Fakir Baykurt Öykü Yarışması - Sarıyer Belediyesi Fakir Baykurt Öykü Yarışması sonuçlandı - Tanpınar Şiir Yarışması’nda Sonuçlar Açıklandı - 9. Aşık Mahzuni Şerif Beste Yarışması başlıyor - Dicle Koğacıoğlu Makale Ödülü 2017 - Bornova Belediyesi Şiir Yarışması - GİO 2017 Roman Ödülü - Sunullah Arısoy 2017 Şiir Ödülü Hüseyin Atabaş’ın - Gençlerden Atatürk'e Mektup Yarışması - "Attila İlhan Edebiyat Ödülleri" başvuruları başladı -

Söyleşiler » Çiğdem SEZER ile yapılan söyleşiler



"Dünya Tutulması”  Altında
“Aşklar Ve Baharatlar”


Zeynep Uzunbay: Sevgili Çiğdem, ilk kitabın 1991’de yayımlandı; Kanadı Atlas Kuşlar… On beş yıl olmuş. Sonra sırayla, Çılgın Su (1993), Kapalı Gişe Hüzünler (1996), Bir Şehrin Hatıra Fotoğrafından (1998). Yom Yayınları’ndan çıkan Dünya Tutulması, yedi yıl sonra geldi. Bunca gecikmesi, kitabın adında, bir de Kapat kapıyı Bezirgânbaşı şiirindeki şu dizelerde gizli sanki

       “baktım da kâğıt tanrılarına dünyanın
         kendime kayalardan bir parça edindim”

Çiğdem SEZER: Tam da öyle... Şiir biraz da bunun için galiba; soruyu da, yanıtı da alıyor içine. Yaşadığın, yaşamadığın her şey... Ama yansıtarak değil, dönüştürerek. Böyle bakınca ‘Dünya Tutulması’ parantezinin içine senin sorunun da yanıtı olabilecek çok şey yazılabilir:

Popüler kültüre feda edilen bilinç hali, köşeyi dönme, işini bilme, şan, şöhret... Bunlar için her şey  ‘mubah’ sayılır oldu. Birbirinin gözünü oyma, kanını içme, öne geçme... Ne olursa, nasıl olursa... Bunu yadırgıyor değilim; şairi kutsallaştırmadım hiç, şiiri de. Bir ‘hal’ bir ‘oluş’... Mayasında birer parça taşıyor o da iyilik ve kötülük üzre. Şiiri bir ‘hal’ bir ‘oluş’ olarak gördüğüm içindir ki onca yıl bekleyiş yıldırmadı beni. Dünya dönüyordu ve onu durduracak halim yoktu. Ne yapabilirdim kendime ve şiire inanıp güvenmekten başka! Bekledim. Kâğıt tanrılarına dünyanın sırt döndüm ve bir kaya parçası edindim kendime. Ya da içimde bir parçayı kayaya çevirdim. Dirençli, dimdik... Benim yorulduğum zamanlar oldu elbette, ‘neden?’ dediğim, ‘lânet olsun!’ dediğim… Ama o kaya parçası direndi. Aynaya baktıkça gördüm onu, bir de elimi sol yanıma getirdikçe duyumsadım varlığını. Yağmurda yazısı silinen, rüzgârda uçuşan kâğıtlar yerine kendi olmayı bilen o kayayı seçtim; ağırdı, taşınması zordu, acıtıyordu... Olsun, bana benziyordu. Sonunda kâğıt tanrıların bolluğundan kafasını kaldırıp kayaya bakacak birileri olacaktı, oldu. İmam Demir (Yom Yayınları) sağolsun, varolsundu! Böylece kâğıda dönüştü Dünya Tutulması.  Nereye kondu? Garip, çelişkili; ama yine de kâğıt tanrıların kol gezdiği o şiir ülkesine. Olsun varsın. Biliyorum ki bir yerlerde kaya olan, kaya olmayı bilen, başka kayaları görebilen, anlayabilenler var. Az! Olsun, ‘çokluk’ korkutur beni, çoğunluk da...

ZU:
Bu arada, Aşklar ve Baharatlar adlı romanın İnkılap Kitabevi roman yarışmasında övgüye değer bulundu. Öğrenmek istediğim şu, romanın yaratım süreci şiirinkinden çok farklı mıydı? Şiirle roman bir arada gider mi sence?

ÇS:   Aşklar Ve Baharatlar ilk roman çalışmamdı. Üstelik onca yıl, şiir ve şiir üzerine yazılar dışında her şeye hayır, der dururdum. Üretmek anlamında tabii. Bir gün mutlaka bir roman yazma düşüncem yoktu. Tersine, bunun şiiri eksiltebileceğini düşünür, onaylamazdım. Kendiliğinden bir süreç oldu benimki. Bir gün yazıyor buldum kendimi.

Romanın yazım süreci şiirden farklı elbette. Ama temelde sözcüklerden yola çıkıyorsunuz, malzemeniz aynı. Üstelik onca yıllık şiir yolculuğunun getirdiği bir sözcük dağarcığınız, sevginiz, alışkanlığınız var. Bu, birçok şeyi kolaylaştırıyor. Açıkçası zorlanmadım; ne romanın yazımı, ne de şiirin sürekliliği konusunda. Yerinde bir benzetme olur mu bilmiyorum; ama şiir ‘yasak sevişmek’ gibiyse, roman uzun soluklu, oturmuş ilişkilere benziyor. Yer yer kavga etseniz de, sonuçta size sıcak, sahiplenen bir birlikteliğin kapısını açıyor. Şiir, yazmak anlamında bile bazen canını acıtıyor insanın; dışarıda gürül gürül akan ırmak aynı çamuru sürüklüyor döndüre döndüre, siz bir noktada o akışın tersine kulaç atıyor, dizeler boyu kendi oluş halinizi yerleştiriyorsunuz sözcüklere. Ve son dize; dışarıdasınız yine, gürül gürül akan çamur ırmağının tam içinde. Kendine bölünme, yabancılaşma, çatışma, reddettiğinizle devam etme... Yine de o kısacık zamanları hiçbir şeye değişmeme, değişememe... Baştan sona bir kaos şiir.

ZU: Dünya tutulmasını görmek, çağrışımsal olarak bir uzaklığı gereksiniyor, başka bir gezegenden dünyayı izlemek gibi. Kimdi, bir düşünür de “Hayat yakından bakıldığında trajedi, uzaktan bakıldığında komedidir,” diyordu. Kitap, “insan nasıl alışır içindeki cam kırıklarına baba” dizesiyle başlıyor, “ senin kanındır akan dünyanın tüm sokaklarında”
dizesiyle bitiyor. Yaklaşık, yirmi şiirde “kan” var. Dünya Tutulması’nın bir diğer çağrışımı da “kan tutması” oldu bende. Dünya tutulmasını izleyecek kadar uzak, kan tutacak kadar yakın…

ÇS:  
Az önce ‘ırmağın tersine kulaç atmak’ derken söylediğim buydu; senin, ‘bir başka gezegenden dünyayı izlemek’ dediğin. Kendinden çıkmak  -ya da tam tersi , kendine gelmek, içine, ne kadar olabilirse-  senin de içinde olduğun dünyaya bir de oradan bakmak. Az sonra içinde olacağın, belki de hiç içinden çıkamadığın o gerçeğe ‘komedi’ diyemiyorsun yine de, diyemiyorum. Değil... Aptallık belki. Bilmiyorum. Bizim dünyanın gerçeği karşısındaki duruşumuzu, ancak bu sözcük karşılıyor gibi. İçimizde cam kırıkları gibi gezdiriyoruz kayıplarımızı; yine de sevgi yoksulu yaşamlar sürdürüyoruz. Unvanların, süslü sıfatların, küçük tepeciklerin peşinden koşuyoruz. Dünyanın tüm sokaklarını kan kaplamışken, kendi küçük dünyacıklarımızın koridorlarında birbirimizi kovalıyoruz.

Sadece kan mı? Makaslar, bıçaklar, hançerler... Yapılan değil, yazılan şiirden yanayım, oradayım, olmaya çabalıyorum. Kanıyorum ve bu kan sızıyor şiirime. ‘gemi kan alıyor kaptan, balıklar / kendi kanlarında boğulacaklar’  diyorum bir şiirde. Aynı geminin içindeyiz ve kendi kanımızla boğulup gideceğiz. Şiir bunu ayırt edebilme çabası. Belki...

ZU: Şiirlerinde müthiş bir bunaltı var, ümit kaçamakları da yok değil, ama çabuk sönüyor. Sönüp gitmenin, ölmenin, zulmün, yaranın tadına bakıyorsun, ağlamıyorsun da.   ben yaramı sevdim” diyorsun Mahrem Yara’da. Su, nehir, deniz, özellikle de yağmur... Yağmur kan’dan daha çok çıkıyor karşımıza. Parantez şiirinde “yağmura benzeyen kadını seçtim” diyorsun, “bir yağmur bir paranteze / yağsa ne yağmasa ne” diyorsun, Kalbim Güzel Evim şiirinde de kalbini çok uzaklara gönderip,

        
ah işte o zaman yaranın ne kadar derin
         ve suyun imkânsız olduğunu 
         anladığında
         dönmelisin”    diyorsun.

Çare mi? Çaresizlik mi? Ne?

ÇS: Bayılıyorum bu yargılara! ’Şiirinde müthiş bir bunaltı var’ dedin ya, izin ver sözlük karıştırayım biraz. Bunaltı; sıkıntı, iç sıkıntısı. Böyle diyor sözlük. Hepsi bu mu yani? İç sıkıntım olmasa, şiir niye? Sıkıntıya çare olsun diye değil, senin ‘ümit kaçamağı’ dediğinin farkına varabilmek için belki. Yıllar yıllar önce Nermi Uygur’un Bunalımdan Yaşama Kültürü’nü okuduğumda, yahu ne bu, demiştim, kalp ameliyatı geçirmiş birinin hastane günlüğünü okumak niye? Yine de bitirdim kitabı. Öylece uzun süre durduğumu anımsıyorum. Sonrasında kendi içimde özür diledim Nermi Uygur’dan. O, adım adım dibe vurmaktan, dipten çıkmaktan söz ediyordu. ‘Çukura düşmek’ diyordum ben buna. Çukura düşmemişsen çukurdan çıkmanın ne olduğunu nasıl bilebilirsin ki! Çukurdan çıkmıyoruz da aslında, şöyle bir uzatıyoruz başımızı; açık hava bol gıda oksijen. Sonra hoop çukura!

Çare? Çaresizlik? İkisine de inanmıyorum. Yirmili yaşlarımın başı, hemşireyim, on aylık, öldü ölecek bir çocuk; yanlış sünnet, aşırı kanama. İkizi yolda ölmüş;  kan kaybından. Limon sarısı bir ten, soluğu duyulmuyor. Bilirsin, zordur kanı neredeyse tükenmiş bir bebek damarına girmek. Elimde incecik bir iğne, önümde öldü ölecek bir bebek, iğnenin tene dokunuşu... Ve o ‘yaşam kırmızısı’nın serum lastiğinden göründüğü an. Birkaç şişe kan... Ve hayat! Çare bu işte! Benim, bizim böyle bir çaremiz yok. Derdimiz o dert değil çünkü. Hani  “Bir şûlesi var ki şem’i-cânın / Fânûsuna sığmaz âsmânın” dediği Galip’in. Fanusuna sığmayan ateşi tutmak, onunla yanmak belki... Ya da o alevi taşıyan mumu anlamak. Yani ‘iç’ i,  yani ‘kendin’ olanı. ‘Ben yaramı sevdim’ diyorum, hep sevdim. Çünkü  ‘ben’ olandı; sevmesem nasıl taşırdım?

Gitmek ve dönmek...’çünkü bir gidişten ibarettir hayat/ çünkü gitmek, böyle böyle büyütür insanı’ dediğimi de anımsıyorum bir şiirimde. Gitmek, büyümenin, burada olduğunun bilincinde olmanın olmazsa olmazıdır. Her gidiş, biraz da dönmek için değil midir kendine, iç’e...

 Hadi sen söyle şimdi: Çare mi? Çaresizlik mi?

ZU: Bana sorma, ben hiçbir şeye inanmam, sonra döner her şeye inanırım. Sanki yağmur yıkamıyor da daha bir görünür kılıyor kanı. Biliyorum, bu yağmur senin kalbine yağıyor, seni sana kilitliyor bu yağmur, evin de yağmurdan, uzaklara da ancak yağmurla gidilir, “rüzgâr dağa yakışır gibi / yakışıyor kalbim yağmura…”
diyorsun Lale’de, sonunda Su Alfabesi’ni de yazıyorsun.

 “kimsenin yağmuru değmiyor ötekinin kalbine”derken de sanırım selam gönderiyorsun Gülten Akın’a.  Bunu, dili de akışkanlığıyla suya benzettiğim için soruyorum. Başka kimlere selam gönderdin? 


ÇS: Gelmiş ve gitmemiş, gitmeyecek tüm sözcük erbabına selam olsun! Ama Asaf Halet ve Cansever’e selamım sonsuz olsun!

Yağmur!.. Ne söylense eksik kalacak olan. Şiir gibi. Kendini kendiyle anlatan... Pratik olarak; besleyen, çoğaltan, yeşerten… Psikolojik olarak, çocukluğu anımsatan; geri dönüş... Hem bütün bunlar, hem bambaşka bir... Bir ne? O da bir ‘hal’ bir ‘oluş’ belki, şiir gibi. Yağmur hep kederle özdeşleşir bende. Öyle yakınan bir keder değil ama...

’Ben küçükken’  demişti bir gün kızım, ‘hani hastalandığımda, yanıma oturup başımı, yüzümü okşuyordun ya anne, işte o zaman ağlamak geliyordu içimden.’  Oysa çok zor ağlayan bir çocuktu o. İşte böyle bir keder yağmurunki; şefkati göz yaşartan, kalbi kasan keder. Kanı yıkıyor da, altındakini açık ediyor yağmur. Kanla kapanmış bir yara bilinmezdir; altında yatanı görmek için kanı yıkamak gerek. Benim yağmurum da öyle. Yazık ki hiç iç açıcı değil kanın altından görünen. Derlenip toparlanıp halı altlarına tıkıştırılmış kirler, tozlar çıkıyor açığa. Zaman zaman kendine kapanma isteği yaratıyor bu durum; beni bana kilitleyen yağmur, deniz, su... Akan, çağlayan, dönüşen, dönüştüren…

ZU: Şiirlerdeki  “yara” izleği de oldukça belirgin. “Niçe’nin bende açtığı yaralar derin ve kutsaldı, Bergson’un mistik otları onları iyi edemezdi, bir an için uyuştururdu; fakat onlar yine hızla açılır, kanarlardı. Çünkü genç olduğum için, derinden derine istediğim şey iyileşme değil, yaraydı…” diyor Nikos Kazancakis. Biliyorsun, benim de yakında yaralı bir kitabım çıkacak. Okurken dedim ki, bu şair milleti, yarasının yerini bilmiyor. Kendileri gibi yaraları da yurtsuz... Cioran’ın dediği gibi, bir intihar etmeme hali…Yara dünyanın yarası, iyileşmesi de imkânsız. Dünyaya gelmiş olmamız başlı başına bir kaza zaten, sen de söylüyorsun bunu. Kayıp İlanı şiirinde de, göğsünde kayıp ilanıyla dolaşıyor ve soruyorsun: “harfler benim neyim…?” 

ÇS:Her şeyim ve hiçbir şeyim! Yine de tek gerçekliğim. Dünyanın yarası iyileşmez elbet. Hem niye iyileşsin? Bırakalım güzelleşsin o yara. Yarası olmayanın imkânı mı olur? Kim demiş yaralarımızın ve bizim yurtsuz olduğumuzu! Yurdumuz bu, burası: Dünya! Varsın başlı başına yara olsun o dünya. ‘İnsanın canı ağrıyan yerindedir’ derdi annem. Ağrımazsa, acımazsa, öyle kolay unutuluyor ki! Varsın sızlasın, bırak. ‘Ancak yarası olanın imkânı olur’ diye bir de veciz lâf edelim şimdi!

ZU: Rüya şiirinde:

           “gerçek çıplaktır
             bilginin acı suyu
             temizlemez ruhumuzu
             durmaksızın çiçeklenir
             zamana mezar olan
              kötülüğün avlusu”  

 Acı Yer Buluyor Kendine şiirinde de
saklamasın kimse kalbindeki kamburu” diyorsun. 
Kamburu saklamak uygarlık oluyor değil mi?


ÇS:Ah, elbette! Biz iyiyiz; pir-ü pak! Hepimiz... Hep iyilik düşünürüz, severiz ideolojimizi, halkımızı, ülkemizin çıkarlarını. Ahlakçıyız. Eşitlik, özgürlük nedir, iyi biliriz. Paylaşımcıyız. Hiçbir karanlık, kör nokta yoktur geçmişimizde, günümüzde... İkiyüzlülük, kıskançlık nedir bilmeyiz. Hele yalan, hele dedikodu! Hırstan çatlayan kupkuru ağaçlar gibi olanlar da kimler? Kifayetsiz muhterisler, çıkar düşkünleri, ben’ciler, benciller, kendinden başkasını görmeyiciler... Kalbimdeki bu kamburda neyin nesi? Kim getirip koydu kamburunu kalbime? Sizi gidi beni bilmezler sizi!..
 Ben uygarım, bilmem böyle şeyler, değiştir şu soruyu.

Yanıt mı, dedin? Mutlaka mı?..
“Homo sum, a me nihil allenim puto” (insanım ve insanca olan hiçbir şey bana yabancı değildir)


Benim uygarlığımda kamburunu da anlıyor insan dediğin, biliyor taşımasını.

     “sen şimdi bu dünyayı
       ovsan parlatsan yine kan”

ZU: Şunu soracağım, ne yaparsak yapalım, çürümeye, yozlaşmaya yazgılı doğmuyor muyuz? Temiz kalmak mümkün mü?  Ötekiler hep olacak, oldukları sürece izleri de olacak üzerimizde. Niye yazıyoruz o zaman, yoksa şiirin de hayat gibi bir kanıtlamama mazereti mi var? Acıyı, ölümü, kanı dibine kadar yaşarken, şairin asıl amacının bunları anlamsızlaştırmak olduğunu düşünüyorum. Ne söylesek, nasıl söylesek, ümitle malûlüz diyorum ben.

ÇS:  
‘Kirlenmek güzeldir’ diyor ya reklam. Severim bu iki sözcüğü. Kenarda ve temiz kalmak mı, hayatın içinde kirlenmek mi? Kenarda kalmak da eylemsizliği ve beraberinde kirlenmeyi getirmiyor mu? Öyleyse... Ötekiler hep olacak, olmalı. Biz de birileri için ‘öteki’ değil miyiz? Ve ‘bu’ oluşumuzu ‘öteki’ ne borçlu değil miyiz bir anlamda? Çürüme, yozlaşma... Biz olsak da, olmasak da… Ama varız. İster kaza, ister cinayet, işlenmişiz bir kez, işlemişler. O zaman, ‘burada’ oluşumuzun farkında olmalı, değil mi? O farkındalığı yakalama çabasındayım.

Aslında bunların hiçbiri tek başına gerçeği işaret etmiyor; ben de varsayımlar üretiyorum senin soruna. Tek bir yanıt yok. Birçok yanıt verilebilir. Karşısında pek çok yeni soru... Niye yazıyoruz, diye soruyorsun sen, niye yazmayalım, diyorum ben de. Ümitle mâlül olmak değil, yalnızca ‘ol’ mak.

Şiirin kanıtlamamasını bir mazeret olarak değil, bir imkân olarak algılıyorum ben. Hayat gibi. Kanıt sonuca işaret eder, son’a. Kanıtlanmama ise sonsuz’a; yani imkân’a.

ZU:Gelelim Hayvan’a… İçimin kanamadığı, yağmurlarımın yağmadığı, canımın bile sıkılmadığı bir dönemim olmuştu. Kötü bir rüya görmüştüm de, uyanınca çok istediğim bir şey gerçekleşmiş gibi sevinmiş, umutlanmıştım. Bir arkadaşımın  “Neyin var?” sorusuna, “Hayvanım öldü,” yanıtı çıkıvermişti ağzımdan. Birhan Keskin’in Denizkabuklusu şiirini de o günlerde sevmiştim. Senin de yaralı, susuzluktan kavrulmuş hayvanın var:  

             “nereye?...

                kavrulan hayvanıma su bulmaya”

Ben hayvanımın ne olduğunu kendimce bildim. Seninki?

ÇS: Hayvanın susuzluktan kıvrılıp kalmıştır da, sen öldü sanmışsındır onu.
Gelip geçici teslimiyet hali… İşte bu farklılık; sen onun öldüğüne inandırıyorsun kendini, ölmediğini bile bile; bense ona su bulmaya gidiyorum, dirilsin diye. Elbet yaralı, elbet susuz; ama benimle, bende... Bırak öyle kalsın.

ZU:Yaralı ve susuzluktan kavrulmuş bir başkaldırı olarak kalsın, peki. Dünyayı dolaşıyoruz ya, şimdi de ağaç… Elma ağacı’ndaki şu dizeleri çok sevdim:

       ‘yalnız mısın’ der ‘yalnız mısın’ ellerim olacak bekle
       güneş kabuklarımı ısıttığında

Dedim ki, Dünya Tutulması’na da ağaç sabrı gerekir. Ağaç, hem yerin altındadır hem de uzanır gökyüzüne. Kapat Kapı’yı Bezirgânbaşı’nda:

               
“anne beni düşünme
              
  içime ektiğin ağaç
                 tersine büyüyor”    

Yaşa(ma)mak şiirinde de “ağacın esnemesi olağanüstüdür” demişsin. İçimdeki ters ağaç esnedikçe şiir yazıyorum dersen, inanırım ben sana.

ÇS: Sen bana inanma yine de; şiir ne diyorsa, odur doğru olan. İlk okulda bir şiirden aklımda kalmış: Elma ağacı, elma ağacı, nasıl geçireceksin bu kışı...O gün bu gündür bu soru canımı yakar, içime dokunur ağaçların kış yalnızlığı. Onlardan farklı olmadığımızı anlayalı çok oldu. Bizimki de kendinde bir ağaç işte. Üstelik ters. Kökleniyor, dal budak salıyor, esniyor, yaprak döküyor. Onun her kıpırdanışı, dalın damara her dokunuşu birer sözcük oluyor ve esnedikçe ağaç, o sözcükleri derleyip toparlamaya çalışıyorum ben de. Adı şiir oluyor. Oluyorsa...
 

Zeynep Uzunbay 1 Mart 2006 

 

Şiirakademisi DEM Edebiyat Dergisi /  Mart 2006

Şiirakademisi ticari amaç gütmediği için ürünlere telif hakkı ödemez. Ürünlerin telif hakkı yazarına aittir.
5846 Sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Yasası uyarınca, ürünler site yönetiminden ve yazarından izinsiz kullanılamaz.  
Bebek Giyim - Toptan Oyuncak - web tasarım
Şiir Akademisi - Ana Sayfa