Şiir akademisi logo
Şairler Şiirler menü Öyküler
Fakir Baykurt Öykü Yarışması - Sarıyer Belediyesi Fakir Baykurt Öykü Yarışması sonuçlandı - Tanpınar Şiir Yarışması’nda Sonuçlar Açıklandı - 9. Aşık Mahzuni Şerif Beste Yarışması başlıyor - Dicle Koğacıoğlu Makale Ödülü 2017 - Bornova Belediyesi Şiir Yarışması - GİO 2017 Roman Ödülü - Sunullah Arısoy 2017 Şiir Ödülü Hüseyin Atabaş’ın - Gençlerden Atatürk'e Mektup Yarışması - "Attila İlhan Edebiyat Ödülleri" başvuruları başladı -

Söyleşiler » Nurduran DUMAN ile yapılan söyleşiler

Nurduran DUMAN'la Yenilgi Oyunu Üzerine
'Aslolan mutlu olmak'

Şair Nurduran Duman'ın 'Yenilgi Oyunu’ adlı ilk şiir kitabı Yasak Meyve Şiir Kitapları’ndan Çıktı. Kitaptaki şiirler dosya olarak 2005 Cemal Süreya Şiir Ödülleri Özel Jüri Ödülü'ne değer görülmüştü. Duman’la kitabını konuştuk.

Ayça TEZER
Nurduran Duman

Şairin yaşamında belirli seçimlerden oluşan ayrıntıları aktardığınız bir söyleşinizde" "Şiir bir seçme işi olduğundan, şair de şiirini besleyecek düzeyde seçmeyle şiire gitmelidir" diyorsunuz. Bize şiir yolculuğunuzdaki ilk seçiminizden ve dışarıda kalan seçeneklerin yaşamınızdaki kalıntılarından söz eder misiniz?

Hep söylerim, şiir yaşamdan çıkar, duygusal, düşünsel, düşsel ve algısal tüm yaşamalardan. Şair önce, bu yaşamaların gerçekleştiği o dönemdeki ülkeyi, soyut somut çevreyi, insanları ve dünyada olup bitenleri nasıl algılayıp içselleştireceğini ve bunu nasıl sunacağını seçer. Şiir yolculuğu ve yaşam yolu birbirinin içinde gelişen belirlemelere gebedir. Kişisel yolculuk, şiiri belirlerken şiirin de şairin kişisel yolunu yorumlayıp belirlemesine izin verir. Şiiri yazma ve öğrenme yolculuğumda yaptığım seçimleri, şiire gitmek için yeğlediğim beslenmeleri ifade edebilmek için, yaşamımdaki ilk olmasa da en önemli kırılmaya neden olan seçimimden söz etmek zorundayım: Üniversite için İstanbul' a gelmek ve şartları gerçekten çok zor da olsa, sanatsal yönden her şeyin en tazesini bulabildiğim bu şehirde kalmayı seçmek. Biliyorum, gelmeseydim ve kalmasaydım yine şiiri yazacaktım ama yazdığım başka bir şiir olacaktı. Dışarıda kaldıkları için yaşamımdan da artan seçeneklerim elbette var. İstanbul yerine Çanakkale'de yaşamayı seçseydim, orada tiyatro kurar, şiir atölyesi çalışmaları yapar, hayalimdeki şiir akademisinin peşine düşüp, kentin kültür hayatında fark yaratmaya çalışırdım. İşin güzel tarafı bunları hala yapmayı planlıyorum.

DENİZİN DİLİ

"Bir Kentin Adımları”  adlı şiirinizde bir seçimin şairin hayatında bırakacağı etkiye tanık olmak mümkün. Özellikle "akıntıya karışan yunus, yol ağzında düğümlenen kentler, sevilen erkekler ve kadınlar, karanlık odalarda boyanan yaşamlar”  insanı kıskandıracak bir yolculuğu işaret ediyor. İki kentin coşkusu ve yüksek verimlerine rağmen bir şairin hiç bizden gizledikleri olmaz mı?

Olmaz olur mu? Pek çok... ama buna gizlediklerim değil de özlediklerim desem daha doğru olur. Örneğin büyüdüğüm ve yaşadığım kentlerin denizlerinde, ayağını usulca tuza sokup sonra hızla suya dalan güneşi hiç görmedim. Denizlerimin mavi bir ufuk yerine, hep kızıl bir tepenin üzerinde sönen gün batımları olmuştur. Çanakkale' de her okul çıkışı eve giderken izlerdim, günbatımlarından birincisi, o "geçilmez" olan tuzlu suyun yaslandığı toprağında beyaz taşlarla "Dur Yolcu!" yazılı yeşil bir tepedeydi. İkincisi ise Kız Kulesi'nin arkasına düşen Galata Kulesi'nde ve İstanbul'un eskiden kente su 'taksim' edilen tepesinde.

Nurduran Duman şiirinde belli başlı bazı izleklerin vazgeçilmez olduğu görülüyor. Özellikle "su" olgusu gerek şiirlerde gerek hakkınızda yazılan yazılarda sıkça işleniyor. Sizin "oksijen e yanmış hidrojen" dediğiniz suyla aranızdaki ilişkinin hiç bilmediğimiz bir öyküsü var mı?

Su. Hayattır. Şiirle benzeşir. Şiirbilimsel eksenden bakıldığında şiir için çok bitek bir sözcük. Sanat, dolayısıyla şiir, varlıkların hem kendileri olabilmelerini hem de kendi varlıklarının dışına çıkıp simge ya da imge olabilmelerini mümkün kılan tek alan değil midir? Üstelik bu alan, anlam tabakalarının çeşitlendiği, algı uzamlarının farklılaştığı, tarifsiz ama tarifi zorlayan zevkli bir boyutta biçimlenir o Nasıl şiirim, yanıcı ve yakıcı hayatın bir tür kimyasal tepkimesinin sonucuysa; su da 'yakıcı' oksijenle 'yanıcı' hidrojenin aşkla birleşimidir bana göre. Bu tutkunun hayret verici tarafı ise ortaya çıkan maddenin 'söndürücü' olması. Alıntı yaptığınız "Düş Yanığı" şiirimin o dizelerinden hemen önce "tuz ya da yakamoz / su sudur çünkü" demem de tüm suların denizle buluşması gibi, benim 'söz'ümü de deniz'e getiriyor. Şimdi fark ediyorum, bu dizeler, "Deniz Dili ve Edebiyatı" adlı ömürlük şiirimi, içinden geçtikleri bu şiirden önce yazmaya başladığımı imlerken, yaşamım boyunca da yazacak olduğumu öngörmüş.

Sanırım suya, denize tutkum, saygım, bağlılığım sadece şiirlerimden değil meslek seçimimden de anlaşılabilir. Deniz. mühendisiyim. Ayrıca gemi mühendisi. Denizin altındaki, yüzeyindeki, üstündeki tüm dünyalar beni ilgilendiriyor. Yosundan giysiler, tuzlu sudan tatlı su yapasım geliyor; yüzeyinde batmadan dursun diye tonlarca ağırlıkta çelik, ahşap, cam elyaftan gemiler inşa edesim; göğünden kentime, suyuma, yoluma mavi günler, mehtaplı geceler örtesim ... Denizin dili var, konuşur insanla, bağırır, kahkaha atar, azarlar, sarılır öper ... Çok zengin, cömert, doğurgan bir dil bu.

ŞAİRİN ÇEKİMSERLİĞİ...

"Yenilgi Oyunu”  daha. kitap olmadan 2005 Cemal Süreya Şiir Ödülleri Jüri Özel Ödülü' ne değer görüldü. Ödülün kitaba katkısı açısından düşünecek olursak, ödüllerin işleviyle ilgili görüşlerinizde bir kırılma yaşadınız mı? 


Eskiden ödül konusunda daha çekimserdim. Şimdi ise, inandığım başka bir ödülü daha alma düşüncesi bana coşku veriyor. İnsan olarak. Şair olarak şiir yazma coşkusunun ödül vb. şeylerden etkileneceğine kesinlikle inanmıyorum. Şiir, coşkusuna yaratılmazdan önce kendi içinde sahiptir, şairin şiir işinin dışından yapay bir etkiyle tetiklenmesine gerek yok. Dolayısıyla bu ödülün, çoktan yazılmış Yenilgi Oyunu'nun sesine ve yazılacak Nurduran Duman şiirindeki çizgiye bir katkısı olamaz. Bu tecrübe ancak esin, düşünce, düş olarak kalemimin ucuna gelebilir. Yoksa iyi şiir yazmamı sağlamaz. Ama daha farklı okurların ve geniş çevrelerin şiirime dikkat etmesini sağladığına tanık oldum. Okunsun diye yayımlıyoruz. Okunmasın istesek çekmecelere kilitleriz, değil mi?

Gerçek şu ki, şiire kafa yoran, emek veren, çok çalışan ve ille de esinini yaşamdan alıp, yaşama tanık olmayı seçtiği için acısına da katlanan bir insan olarak ödül almak çok hoşuma gitti. Dostuma ve düşmanıma teşekkür ettiğim ödül töreninin olduğu o gece de söylediğim gibi, adımın Cemal Süreya'nın adının yanında anılmasından hep onur duyacağım. Hatta hayatım boyunca hak ettikçe ödül almak istiyorum. Çünkü hayatım boyunca şu an olduğu gibi gece gündüz "çalışmak" niyetindeyim. Yaşam ve şiir için verdiğim emeğin görülmesi beni hep mutlu edecek. İnsan, yeteneğinin, çalışmasının ve emeğinin fark edildiğini bilmekten hoşlanır. Bu değişmez insan doğasıdır. Sanırım şairi çekimserliğe iten, 'ödüllendirme işleyişi' hakkındaki kaygıları. Ben şu an yaratan taraftan konuşuyorum. Ama yaratım alanı kadar, değerlendirme alanının da tarihsel yükümlülüğü olduğu gerçeği, herkesin altına imza attığı olaylardan sorumlu olduğunu gösteriyor, göstermeli. 

Yenilgi Oyunu'ndan okura kalan en çarpıcı ifadeyi; şairin, önemli bir dizenin bedelini, içinde büyük acılar barındıran bir aşkla ödemesinde buluyoruz. Nurduran Duman şair kimliğine ulaşırken ödediği tek bedel "lanetli bir aşk" olabilir mi sahiden? Yoksa bilmediğimiz başka bedeller de var mı?
 

EGOSUNU İÇİNE ÇEKEN ŞAİR


Bedel çok... Şiir yazmak yaşama sevincini tetikleyen bir aşk olduğu kadar lanetli bir aşktır da. Kitabıma "Yenilgi Oyunu" adını vermem de bu yüzden. Şiir yazmayı seçmek yenilgiyi oynamayı seçmektir çünkü. Şair olmak ise dünyanın her yerinde, her çeşit yaşamada pek çok savaşım gerektiriyor. Öncelikle her yenilgi denenin, yenilgi olup olmadığına, yenginin de ne olduğuna bakmalı. Şair olmak, küreselleşme adı altında bir tuhaf yönde dönen, günümüz tüketim ve hız toplumu dünyasının egemen değerlerini benimseyenler, tek tipleştirilmeye razı olanlar, "Kara Çalı" gibi zehirli bitkilerin köklerine şerbet verenler için yenilgi gibi görünebilir. Oysa ne büyütülecek ne de küçümsenecek bir şey bu: Şair, yenilgiyi oynamayı tercih etmekte sadece. İşi bu... Yirmi dört saat açık bir dükkanı yürütmek; dünyayı, evreni görmek için boynunu üç yüz altmış derece döndürebilmek; üç yüz altmış derece açılabilen kollarla yaşama, sorumluluğa ve acıya kucak açmak. Yanan bir dünyada yok saymayı değil, yanmayı seçmek.

Şimdi bana sık sık sorulan şu soruyu yanıtlamanın tam zamanı: Kitaptaki Of Dize şiirlerinden "Kara Çalı"yı niye yazım kurallarına göre bitişik yazmıyorum? Söz konusu kara bir çalı da ondan, kapkara. O şiiri 2003 'te canımın yangınından koparıp yazmıştım. Böyle anlam tabakalarıyla yüklü bir şiiri mekan/zaman' da sınırlandırmak istemediğimden altına not düşmedim. Ama şunu söyleyebilirim. "Çalı"nın İngilizce sözlükteki karşılığına bakarsanız, "bush" yazılı olduğunu görebilirsiniz... Kendime sıklıkla şunu sormadan edemediğimi de belirtmeliyim: Tarih boyunca ilk zulüm görenlerden biri olan şairin, yaşamın, kendi kafasının içindekinden başka türlü olmadığı yanılgısına ? Çünkü yaşama, değişkenliğine ve sonsuzda" çeşitlenen zenginliğine kafa yorması gereken; insanın 'en bilinmez' olduğunu kavrama yeteneğine en iyi sahip olması zorunlu kişidir şair. Yaşamın ve insanın sonsuz değişkenlerden sonsuz bilinmeyenli denklemler kurduklarım kabul edip, onlara en hoşgörülü kalemini, haksızlık edenlere de en keskin dişini göstermesi gerekendir. Şairler nasıl yüzyıllardır işin içinden çıkmaya çabalıyorsa, insanlar da şair tanımını yaparken, duvarlarının arasını geniş tutacaklar. İlle de kafatasındaki yirmi iki kemiği bir kez daha sayacaklarsa tabii. Bir de şu var. Delilenmeyen, içinde ve Yaşamında fırtınalar koparken, şiirin başrol oynaması gereken ortamlarda kalemini dışarı çıkarıp, egosunu içine çeken şair türünün iyi niyetini, hiç kimse, özellikle de öteki şair, sakın ha küçümsemesin. Şair çarpar sonra.


Her şiir kitabı bir kimlik kartı gibi algılanamayabilir. Ancak bazı kitapların bu özelliği taşıdığı da yadsınamaz. Örneğin Ahmed Arıf'in tek kitabı bize her şeyi anlatır. Siz Yenilgi Oyunu'nu, "Yitik Dize”, "Öf Dize”, "Kör Dize” olarak üç ana bölümden oluşturuyorsunuz. Yine bu konunun işlendiği bir söyleşinizde ** "Yitik Dize 'dünya görüşüm'ü, Öd Dize 'dünyayı görüşüm'ü, Kör Dize ise 'dünyamı görüşüm'ü içeren şiirlerden oluşuyor” diyorsunuz. Bu ifadelerden sonra yazarın yazılabilecek ne varsa yazıp şair kimliğinin son tuğlasını da yerleştirdiği sonucunu çıkarmak kaçınılmaz. Eğer öyle değilse yeni kitabınızın . benzersiz bir açılımı önermek gibi bir zorunluluğu olacak. Bu konuya siz nasıl bakıyorsunuz?


AŞK, SEVGİ, DOSTLUK...

Doğru, dünya, dünyayı ve dünyamı görüşümü içeren şiirler bunlar. Şimdiye değin sorduklarıma yanıt olarak bazen sorular sorduğum, bazen yanıtlar bulduğum bazen de sadece şiirin o benzersiz sezgi gücüne sustuğum dizeler. Bundan sonra da şiirlerimde sormaya, yanıtlamaya ve susmaya devam edeceğim. Görüş alanım, şiirimin gözü, dünyada olanlar ve dünyamdakilerle aramdaki görüş mesafesi ne yönde gelişecek şu an kestirmek güç. Yitik Dize' de neden yeryüzüne geldiğimi, hayatın nedenini ve nasılını sorgularken; yeryüzündeki ve sonsuzluktaki yolculuğumuzun anlamını bulmaya çalışan dizeyi arıyorum. Bakın, bilen dize demiyorum, bulmaya çalışan ama kendisinin de bulunması gereken yitik bir dize o. Onu yaşamım boyunca aramam gerekecek, biliyorum. Of Dize yeryüzünde olup bitenleri, bana öf dedirten şeyleri konu ettiğim şiirlerden oluşuyor. Siz de biliyorsunuz ki bu dizenin sonu ancak dünyanın sonunda gelir; insanın insana ve doğaya yaptığı zulüm bittiğinde... Kör Dize ise aşk, sevgi, dostluk vb. yaşanmışlıkların etkisiyle dostuma ve düşmanıma ettiğim teşekkürdür. Yaşadığım sürece diğerleriyle ilişki içinde olmaya devam etmek niyetinde olduğuma göre, teşekkürüm de devam edecektir.


Ama belki bundan sonra gelecek olan diğer kitaplar, çarpışan, ayrışan, çakışan boyutlarda, kendilerine özgü ara kesit şiirlerle oluşabilir. Kesin bir şey söyleyemem ama yazdığım şürin gittiği ve beni de yanında götürdüğü bir yer var. Yazıldıkça adını koyacak olduğum yerlere, görüş'lere, nedenlere gebe bir yer.

 Şiirlerinizden çaldığınız zamanlarda neler yaptığınızdan söz edecek olursak edebiyat sınırlarından dışarı çıkma olanağı bulamıyoruz. Bu anlamda dış dünyada pek çok olanağa sırt çevirdiğinize şüphe yok, Mühendislik eğitiminizin gereklerini yerine getirmemenin yaratacağı kaybı edebiyatla gidermenin mümkün olduğuna inanıyor musunuz?

yenilgi ounu
Aslolan mutlu olmak. Herkesin, en sevdiği işi yapması gerektiğini hararetle savunuyorum. İnsanların sevdikleri işi yapması, sevdiklerimin ve benim mutluluğumu doğrudan etkiler. Yapılan işin, aldığım hizmetin kalitesinden tutun da çevremdeki mutlu ve neşeli insanların yaratacağı sinerji... Dikiş dikmeyi sevenin ille de terzi olduğunu, dikerek yakaladığı sonra da başka insanlara giydirdiği mutluluğu düşünsenize... Buğday ekmeyi seven de başaklar arasında salınsın, ayağı toprakta çıplak, başı göğe ermiş, sırtı dik. ,. Herkes sevdiği işi yaparsa, sevdikleri işi canla başla yapanlara sataşacak vakitleri kalmaz.

Bir şaire ve bir çevirmene aynı soruyu sormayı doğru bulmuyorum, Ama bir çevirmen olarak da şair olarak da pek çok söyleşide okuru aydınlatmaya çalışıyorsunuz, Sanırım size daha önce sorulmadı. Sizin şiirleriniz bir başka dile çevrilse koşulsuz bir kabul içinde olur musunuz? 

Çeviri şiir bir yeniden yazmak işi. Zor bir iş çünkü başka bir sanat eserine bağımlı ama titiz bir yeniden yaratım sürecini gerektiriyor. Ortaya çıkanın başlı başına yeni bir ürün ve 'kendine bütün' olması nedeniyle ve ekinsel anlamda değerli bir iş olduğu için, hem çeviri şiire hem de çevirmenine gerekli değerin verilmesi gerekir. Benim iki şartım var. Şiir duyarlığı olmayan ve/veya şair olmayan şiir çevirmesin. Bir de çevrilenin, sözcüklerin birebir dizilmesinden değil dizelerden oluşmasının hedeflenmesi şart. Çevrildiği dilin, kültürün etkilendiği/etkilediği, sanatsal ve estetik yönden güçlü dizelerden. Şiir duyarlığı olan ve/veya şair çevirmen böyle bir kaygı taşıyorsa ona güvenmekten başka bir şey düşünmem. Arabasına bindiğimde direksiyondaki arkadaşıma güvendiğim gibi. Bir şiirimin aynı dilde birkaç çevirisinin olmasını da çok isterim. Başka dilden bir şiirin Türkçeye yapılan her farklı çevirisi beni çok heyecanlandırır. Bu çevirileri karşılaştırmak zevkle yaptığım ciddi işlerden biri. Şair olarak çevirmenlerimi bilmem ve belirleyebilmem mümkün değil ama her okurun kendi çevirmenini, sevdiği şiirin en iyi çevirisini seçmesi gerektiğini söylemeyi çok önemsiyorum.

TÜRK ŞİİRİNİN YÖRÜNGESİ

Son olarak yine diller arası iletişimden yola çıkarak şunu sormak istiyorum, Şairlerin şikayet ettiği pek çok konu var. Kamplaşmalardan, yurtdışı ilişkilerinin zayıflığından, lobicilikten, “eski" kavramının “yeni”nin önünü tıkamasından söz ediliyor. Eskiler de “yeni"nin bozduğu alışkanlıkların yararlı sonuçlar doğurmayacağı konusunda uzlaşmış gibi görünüyor. “Yenilgi Oyunu” bu skala içinde nasıl bir zemine daha yakın duruyor?

Şiirbilimsel dayanakları olmayan açıklamalar hakkında yorum yapmak istemem. Ama Ahmed Arif dediniz az önce. Ne demişti şair: "ve ben şairim, namus işçisiyim yani, yürek işçisi... " Onun bu mağrur ifadesi bir şairin kimliğini tanımlar nitelikte. Bir de tiyatrodaki Cyrano de Bergerac var bu şekilde önemsediğim. Bu oyun aslında baştan başa bir şiir! Başkahraman Cyrano'nun, bir asilin kendisine yaptığı kiralık şairlik teklifine karşı söylediği o meşhur tirat benim de düsturum olan sözlerle doludur: "İstemem, eksik olsun." Bu, eserin yazıldığı tarihler için söylenmesi kolay olmayan bir şey. 1800'lerin sonlarında söylenmiş ifadelerin günümüzde de geçerli olması sanat adına mutluluk verici, hayat adına çok uzucu.

Ben de pek çok kuşakdaşım gibi İkinci Yeni'den etkilendim. İkinci Yeni kendisinden sonra gelen tüm yapılanmaların kökeni olma özelliği taşıyor. Ancak bu, İkinci Yeni'den sonra Türk Şiiri'nde olup bitenleri görmezden gelmeyi gerektirmiyor, Sözünü ettiğiniz kısır tartışmalar yüzünden bizim şiirimizin gelişim sürecini içeren çalışmalar henüz bir kuşak, başka deyişle bir odak halini almadı. Nasıl eski kuşaklan, hiçbirini atlamadan bilip öğrenmeye çalışıyorsam, aynı kuşağı paylaştığım şairlerin çalışmalarını da dikkatle takip ediyorum. Özellikle son zamanlarda hararetlenen deneysel şiirleri, görsel iş'leri coşkuyla izliyorum ve fakat sözü arka plan olarak kullanıp, dili dilden, kodlanmış göz ezberine taşıyan çalışmalar benim şiirde benimsemek istediğim yenilikler değil. Ama merakla bu çalışmaların nereye gideceğini, birer ırmak olup olamayacaklarını görmeyi bekliyorum; kim bilir gürül gürül akan şiirimize yeni yataklar açarlar belki, ne de güzel olur. Bense sözün ve sözcük ırmağının, bugüne dek geçtiği ağızlardan ve kültürden kopara kopara bana getirdiği zenginliğin peşindeyim. Bunu da şimdiki dünyadan içselleştirdiğim, "insan" denen karmaşık ve şaşırtıcı yapının bendeki anlamını ve tarifini aradığım, "gelecekte böyle olacak" diye sezdiğim bir şiirle bulmaya çalışıyorum. Eğer Türk şiir zincirinin bir halkasıysam; aklı seven, anlam tabakalarıyla cömert, dilin, geleneğin, ritmin ve dizenin olanaklarını zorlayan Yenilgi Oyunu bu zincirin 2000-2006 halkasında yer almakta. Sorunuzdaki "yeni" den kastınız bu dönemde seslerini bulup duyuran şairlerse, bu şairlerin bir kuşak oluşturmaları Türk Şiiri'nin yörüngesinde önemli değişikliklere yol açacaktır.

*Budala Sayı 24, 2003

**Koridor Sayı 2, 2007
Yenilgi Oyunu / Nurduran Duman / Komşu Yayınevi / 70 s.
Cumhuriyet Kitap / Sayı 899

Hep söylerim, şiir yaşamdan çıkar, duygusal, düşünsel, düşsel ve algısal tüm yaşamalardan. Şair önce, bu yaşamaların gerçekleştiği o dönemdeki ülkeyi, soyut somut çevreyi, insanları ve dünyada olup bitenleri nasıl algılayıp içselleştireceğini ve bunu nasıl sunacağını seçer. Şiir yolculuğu ve yaşam yolu birbirinin içinde gelişen belirlemelere gebedir. Kişisel yolculuk, şiiri belirlerken şiirin de şairin kişisel yolunu yorumlayıp belirlemesine izin verir. Şiiri yazma ve öğrenme yolculuğumda yaptığım seçimleri, şiire gitmek için yeğlediğim beslenmeleri ifade edebilmek için, yaşamımdaki ilk olmasa da en önemli kırılmaya neden olan seçimimden söz etmek zorundayım: Üniversite için İstanbul' a gelmek ve şartları gerçekten çok zor da olsa, sanatsal yönden her şeyin en tazesini bulabildiğim bu şehirde kalmayı seçmek. Biliyorum, gelmeseydim ve kalmasaydım yine şiiri yazacaktım ama yazdığım başka bir şiir olacaktı. Dışarıda kaldıkları için yaşamımdan da artan seçeneklerim elbette var. İstanbul yerine Çanakkale'de yaşamayı seçseydim, orada tiyatro kurar, şiir atölyesi çalışmaları yapar, hayalimdeki şiir akademisinin peşine düşüp, kentin kültür hayatında fark yaratmaya çalışırdım. İşin güzel tarafı bunları hala yapmayı planlıyorum.Olmaz olur mu? Pek çok... ama buna gizlediklerim değil de özlediklerim desem daha doğru olur. Örneğin büyüdüğüm ve yaşadığım kentlerin denizlerinde, ayağını usulca tuza sokup sonra hızla suya dalan güneşi hiç görmedim. Denizlerimin mavi bir ufuk yerine, hep kızıl bir tepenin üzerinde sönen gün batımları olmuştur. Çanakkale' de her okul çıkışı eve giderken izlerdim, günbatımlarından birincisi, o "geçilmez" olan tuzlu suyun yaslandığı toprağında beyaz taşlarla "Dur Yolcu!" yazılı yeşil bir tepedeydi. İkincisi ise Kız Kulesi'nin arkasına düşen Galata Kulesi'nde ve İstanbul'un eskiden kente su 'taksim' edilen tepesinde. Su. Hayattır. Şiirle benzeşir. Şiirbilimsel eksenden bakıldığında şiir için çok bitek bir sözcük. Sanat, dolayısıyla şiir, varlıkların hem kendileri olabilmelerini hem de kendi varlıklarının dışına çıkıp simge ya da imge olabilmelerini mümkün kılan tek alan değil midir? Üstelik bu alan, anlam tabakalarının çeşitlendiği, algı uzamlarının farklılaştığı, tarifsiz ama tarifi zorlayan zevkli bir boyutta biçimlenir o Nasıl şiirim, yanıcı ve yakıcı hayatın bir tür kimyasal tepkimesinin sonucuysa; su da 'yakıcı' oksijenle 'yanıcı' hidrojenin aşkla birleşimidir bana göre. Bu tutkunun hayret verici tarafı ise ortaya çıkan maddenin 'söndürücü' olması. Alıntı yaptığınız "Düş Yanığı" şiirimin o dizelerinden hemen önce "tuz ya da yakamoz / su sudur çünkü" demem de tüm suların denizle buluşması gibi, benim 'söz'ümü de deniz'e getiriyor. Şimdi fark ediyorum, bu dizeler, "Deniz Dili ve Edebiyatı" adlı ömürlük şiirimi, içinden geçtikleri bu şiirden önce yazmaya başladığımı imlerken, yaşamım boyunca da yazacak olduğumu öngörmüş. Sanırım suya, denize tutkum, saygım, bağlılığım sadece şiirlerimden değil meslek seçimimden de anlaşılabilir. Deniz. mühendisiyim. Ayrıca gemi mühendisi. Denizin altındaki, yüzeyindeki, üstündeki tüm dünyalar beni ilgilendiriyor. Yosundan giysiler, tuzlu sudan tatlı su yapasım geliyor; yüzeyinde batmadan dursun diye tonlarca ağırlıkta çelik, ahşap, cam elyaftan gemiler inşa edesim; göğünden kentime, suyuma, yoluma mavi günler, mehtaplı geceler örtesim ... Denizin dili var, konuşur insanla, bağırır, kahkaha atar, azarlar, sarılır öper ... Çok zengin, cömert, doğurgan bir dil bu. Eskiden ödül konusunda daha çekimserdim. Şimdi ise, inandığım başka bir ödülü daha alma düşüncesi bana coşku veriyor. İnsan olarak. Şair olarak şiir yazma coşkusunun ödül vb. şeylerden etkileneceğine kesinlikle inanmıyorum. Şiir, coşkusuna yaratılmazdan önce kendi içinde sahiptir, şairin şiir işinin dışından yapay bir etkiyle tetiklenmesine gerek yok. Dolayısıyla bu ödülün, çoktan yazılmış Yenilgi Oyunu'nun sesine ve yazılacak Nurduran Duman şiirindeki çizgiye bir katkısı olamaz. Bu tecrübe ancak esin, düşünce, düş olarak kalemimin ucuna gelebilir. Yoksa iyi şiir yazmamı sağlamaz. Ama daha farklı okurların ve geniş çevrelerin şiirime dikkat etmesini sağladığına tanık oldum. Okunsun diye yayımlıyoruz. Okunmasın istesek çekmecelere kilitleriz, değil mi? Gerçek şu ki, şiire kafa yoran, emek veren, çok çalışan ve ille de esinini yaşamdan alıp, yaşama tanık olmayı seçtiği için acısına da katlanan bir insan olarak ödül almak çok hoşuma gitti. Dostuma ve düşmanıma teşekkür ettiğim ödül töreninin olduğu o gece de söylediğim gibi, adımın Cemal Süreya'nın adının yanında anılmasından hep onur duyacağım. Hatta hayatım boyunca hak ettikçe ödül almak istiyorum. Çünkü hayatım boyunca şu an olduğu gibi gece gündüz "çalışmak" niyetindeyim. Yaşam ve şiir için verdiğim emeğin görülmesi beni hep mutlu edecek. İnsan, yeteneğinin, çalışmasının ve emeğinin fark edildiğini bilmekten hoşlanır. Bu değişmez insan doğasıdır. Sanırım şairi çekimserliğe iten, 'ödüllendirme işleyişi' hakkındaki kaygıları. Ben şu an yaratan taraftan konuşuyorum. Ama yaratım alanı kadar, değerlendirme alanının da tarihsel yükümlülüğü olduğu gerçeği, herkesin altına imza attığı olaylardan sorumlu olduğunu gösteriyor, göstermeli. Bedel çok... Şiir yazmak yaşama sevincini tetikleyen bir aşk olduğu kadar lanetli bir aşktır da. Kitabıma "Yenilgi Oyunu" adını vermem de bu yüzden. Şiir yazmayı seçmek yenilgiyi oynamayı seçmektir çünkü. Şair olmak ise dünyanın her yerinde, her çeşit yaşamada pek çok savaşım gerektiriyor. Öncelikle her yenilgi denenin, yenilgi olup olmadığına, yenginin de ne olduğuna bakmalı. Şair olmak, küreselleşme adı altında bir tuhaf yönde dönen, günümüz tüketim ve hız toplumu dünyasının egemen değerlerini benimseyenler, tek tipleştirilmeye razı olanlar, "Kara Çalı" gibi zehirli bitkilerin köklerine şerbet verenler için yenilgi gibi görünebilir. Oysa ne büyütülecek ne de küçümsenecek bir şey bu: Şair, yenilgiyi oynamayı tercih etmekte sadece. İşi bu... Yirmi dört saat açık bir dükkanı yürütmek; dünyayı, evreni görmek için boynunu üç yüz altmış derece döndürebilmek; üç yüz altmış derece açılabilen kollarla yaşama, sorumluluğa ve acıya kucak açmak. Yanan bir dünyada yok saymayı değil, yanmayı seçmek.Şimdi bana sık sık sorulan şu soruyu yanıtlamanın tam zamanı: Kitaptaki Of Dize şiirlerinden "Kara Çalı"yı niye yazım kurallarına göre bitişik yazmıyorum? Söz konusu kara bir çalı da ondan, kapkara. O şiiri 2003 'te canımın yangınından koparıp yazmıştım. Böyle anlam tabakalarıyla yüklü bir şiiri mekan/zaman' da sınırlandırmak istemediğimden altına not düşmedim. Ama şunu söyleyebilirim. "Çalı"nın İngilizce sözlükteki karşılığına bakarsanız, "bush" yazılı olduğunu görebilirsiniz... Kendime sıklıkla şunu sormadan edemediğimi de belirtmeliyim: Tarih boyunca ilk zulüm görenlerden biri olan şairin, yaşamın, kendi kafasının içindekinden başka türlü olmadığı yanılgısına ? Çünkü yaşama, değişkenliğine ve sonsuzda" çeşitlenen zenginliğine kafa yorması gereken; insanın 'en bilinmez' olduğunu kavrama yeteneğine en iyi sahip olması zorunlu kişidir şair. Yaşamın ve insanın sonsuz değişkenlerden sonsuz bilinmeyenli denklemler kurduklarım kabul edip, onlara en hoşgörülü kalemini, haksızlık edenlere de en keskin dişini göstermesi gerekendir. Şairler nasıl yüzyıllardır işin içinden çıkmaya çabalıyorsa, insanlar da şair tanımını yaparken, duvarlarının arasını geniş tutacaklar. İlle de kafatasındaki yirmi iki kemiği bir kez daha sayacaklarsa tabii. Bir de şu var. Delilenmeyen, içinde ve Yaşamında fırtınalar koparken, şiirin başrol oynaması gereken ortamlarda kalemini dışarı çıkarıp, egosunu içine çeken şair türünün iyi niyetini, hiç kimse, özellikle de öteki şair, sakın ha küçümsemesin. Şair çarpar sonra. Doğru, dünya, dünyayı ve dünyamı görüşümü içeren şiirler bunlar. Şimdiye değin sorduklarıma yanıt olarak bazen sorular sorduğum, bazen yanıtlar bulduğum bazen de sadece şiirin o benzersiz sezgi gücüne sustuğum dizeler. Bundan sonra da şiirlerimde sormaya, yanıtlamaya ve susmaya devam edeceğim. Görüş alanım, şiirimin gözü, dünyada olanlar ve dünyamdakilerle aramdaki görüş mesafesi ne yönde gelişecek şu an kestirmek güç. Yitik Dize' de neden yeryüzüne geldiğimi, hayatın nedenini ve nasılını sorgularken; yeryüzündeki ve sonsuzluktaki yolculuğumuzun anlamını bulmaya çalışan dizeyi arıyorum. Bakın, bilen dize demiyorum, bulmaya çalışan ama kendisinin de bulunması gereken yitik bir dize o. Onu yaşamım boyunca aramam gerekecek, biliyorum. Of Dize yeryüzünde olup bitenleri, bana öf dedirten şeyleri konu ettiğim şiirlerden oluşuyor. Siz de biliyorsunuz ki bu dizenin sonu ancak dünyanın sonunda gelir; insanın insana ve doğaya yaptığı zulüm bittiğinde... Kör Dize ise aşk, sevgi, dostluk vb. yaşanmışlıkların etkisiyle dostuma ve düşmanıma ettiğim teşekkürdür. Yaşadığım sürece diğerleriyle ilişki içinde olmaya devam etmek niyetinde olduğuma göre, teşekkürüm de devam edecektir. Ama belki bundan sonra gelecek olan diğer kitaplar, çarpışan, ayrışan, çakışan boyutlarda, kendilerine özgü ara kesit şiirlerle oluşabilir. Kesin bir şey söyleyemem ama yazdığım şürin gittiği ve beni de yanında götürdüğü bir yer var. Yazıldıkça adını koyacak olduğum yerlere, görüş'lere, nedenlere gebe bir yer. Aslolan mutlu olmak. Herkesin, en sevdiği işi yapması gerektiğini hararetle savunuyorum. İnsanların sevdikleri işi yapması, sevdiklerimin ve benim mutluluğumu doğrudan etkiler. Yapılan işin, aldığım hizmetin kalitesinden tutun da çevremdeki mutlu ve neşeli insanların yaratacağı sinerji... Dikiş dikmeyi sevenin ille de terzi olduğunu, dikerek yakaladığı sonra da başka insanlara giydirdiği mutluluğu düşünsenize... Buğday ekmeyi seven de başaklar arasında salınsın, ayağı toprakta çıplak, başı göğe ermiş, sırtı dik. ,. Herkes sevdiği işi yaparsa, sevdikleri işi canla başla yapanlara sataşacak vakitleri kalmaz. Çeviri şiir bir yeniden yazmak işi. Zor bir iş çünkü başka bir sanat eserine bağımlı ama titiz bir yeniden yaratım sürecini gerektiriyor. Ortaya çıkanın başlı başına yeni bir ürün ve 'kendine bütün' olması nedeniyle ve ekinsel anlamda değerli bir iş olduğu için, hem çeviri şiire hem de çevirmenine gerekli değerin verilmesi gerekir. Benim iki şartım var. Şiir duyarlığı olmayan ve/veya şair olmayan şiir çevirmesin. Bir de çevrilenin, sözcüklerin birebir dizilmesinden değil dizelerden oluşmasının hedeflenmesi şart. Çevrildiği dilin, kültürün etkilendiği/etkilediği, sanatsal ve estetik yönden güçlü dizelerden. Şiir duyarlığı olan ve/veya şair çevirmen böyle bir kaygı taşıyorsa ona güvenmekten başka bir şey düşünmem. Arabasına bindiğimde direksiyondaki arkadaşıma güvendiğim gibi. Bir şiirimin aynı dilde birkaç çevirisinin olmasını da çok isterim. Başka dilden bir şiirin Türkçeye yapılan her farklı çevirisi beni çok heyecanlandırır. Bu çevirileri karşılaştırmak zevkle yaptığım ciddi işlerden biri. Şair olarak çevirmenlerimi bilmem ve belirleyebilmem mümkün değil ama her okurun kendi çevirmenini, sevdiği şiirin en iyi çevirisini seçmesi gerektiğini söylemeyi çok önemsiyorum. Şiirbilimsel dayanakları olmayan açıklamalar hakkında yorum yapmak istemem. Ama Ahmed Arif dediniz az önce. Ne demişti şair: "ve ben şairim, namus işçisiyim yani, yürek işçisi... " Onun bu mağrur ifadesi bir şairin kimliğini tanımlar nitelikte. Bir de tiyatrodaki Cyrano de Bergerac var bu şekilde önemsediğim. Bu oyun aslında baştan başa bir şiir! Başkahraman Cyrano'nun, bir asilin kendisine yaptığı kiralık şairlik teklifine karşı söylediği o meşhur tirat benim de düsturum olan sözlerle doludur: "İstemem, eksik olsun." Bu, eserin yazıldığı tarihler için söylenmesi kolay olmayan bir şey. 1800'lerin sonlarında söylenmiş ifadelerin günümüzde de geçerli olması sanat adına mutluluk verici, hayat adına çok uzucu. Ben de pek çok kuşakdaşım gibi İkinci Yeni'den etkilendim. İkinci Yeni kendisinden sonra gelen tüm yapılanmaların kökeni olma özelliği taşıyor. Ancak bu, İkinci Yeni'den sonra Türk Şiiri'nde olup bitenleri görmezden gelmeyi gerektirmiyor, Sözünü ettiğiniz kısır tartışmalar yüzünden bizim şiirimizin gelişim sürecini içeren çalışmalar henüz bir kuşak, başka deyişle bir odak halini almadı. Nasıl eski kuşaklan, hiçbirini atlamadan bilip öğrenmeye çalışıyorsam, aynı kuşağı paylaştığım şairlerin çalışmalarını da dikkatle takip ediyorum. Özellikle son zamanlarda hararetlenen deneysel şiirleri, görsel iş'leri coşkuyla izliyorum ve fakat sözü arka plan olarak kullanıp, dili dilden, kodlanmış göz ezberine taşıyan çalışmalar benim şiirde benimsemek istediğim yenilikler değil. Ama merakla bu çalışmaların nereye gideceğini, birer ırmak olup olamayacaklarını görmeyi bekliyorum; kim bilir gürül gürül akan şiirimize yeni yataklar açarlar belki, ne de güzel olur. Bense sözün ve sözcük ırmağının, bugüne dek geçtiği ağızlardan ve kültürden kopara kopara bana getirdiği zenginliğin peşindeyim. Bunu da şimdiki dünyadan içselleştirdiğim, "insan" denen karmaşık ve şaşırtıcı yapının bendeki anlamını ve tarifini aradığım, "gelecekte böyle olacak" diye sezdiğim bir şiirle bulmaya çalışıyorum. Eğer Türk şiir zincirinin bir halkasıysam; aklı seven, anlam tabakalarıyla cömert, dilin, geleneğin, ritmin ve dizenin olanaklarını zorlayan Yenilgi Oyunu bu zincirin 2000-2006 halkasında yer almakta. Sorunuzdaki "yeni" den kastınız bu dönemde seslerini bulup duyuran şairlerse, bu şairlerin bir kuşak oluşturmaları Türk Şiiri'nin yörüngesinde önemli değişikliklere yol açacaktır.

*Budala Sayı 24, 2003 **Koridor Sayı 2, 2007 Yenilgi Oyunu / Nurduran Duman / Komşu Yayınevi / 70 s.

Hep söylerim, şiir yaşamdan çıkar, duygusal, düşünsel, düşsel ve algısal tüm yaşamalardan. Şair önce, bu yaşamaların gerçekleştiği o dönemdeki ülkeyi, soyut somut çevreyi, insanları ve dünyada olup bitenleri nasıl algılayıp içselleştireceğini ve bunu nasıl sunacağını seçer. Şiir yolculuğu ve yaşam yolu birbirinin içinde gelişen belirlemelere gebedir. Kişisel yolculuk, şiiri belirlerken şiirin de şairin kişisel yolunu yorumlayıp belirlemesine izin verir. Şiiri yazma ve öğrenme yolculuğumda yaptığım seçimleri, şiire gitmek için yeğlediğim beslenmeleri ifade edebilmek için, yaşamımdaki ilk olmasa da en önemli kırılmaya neden olan seçimimden söz etmek zorundayım: Üniversite için İstanbul' a gelmek ve şartları gerçekten çok zor da olsa, sanatsal yönden her şeyin en tazesini bulabildiğim bu şehirde kalmayı seçmek. Biliyorum, gelmeseydim ve kalmasaydım yine şiiri yazacaktım ama yazdığım başka bir şiir olacaktı. Dışarıda kaldıkları için yaşamımdan da artan seçeneklerim elbette var. İstanbul yerine Çanakkale'de yaşamayı seçseydim, orada tiyatro kurar, şiir atölyesi çalışmaları yapar, hayalimdeki şiir akademisinin peşine düşüp, kentin kültür hayatında fark yaratmaya çalışırdım. İşin güzel tarafı bunları hala yapmayı planlıyorum.Olmaz olur mu? Pek çok... ama buna gizlediklerim değil de özlediklerim desem daha doğru olur. Örneğin büyüdüğüm ve yaşadığım kentlerin denizlerinde, ayağını usulca tuza sokup sonra hızla suya dalan güneşi hiç görmedim. Denizlerimin mavi bir ufuk yerine, hep kızıl bir tepenin üzerinde sönen gün batımları olmuştur. Çanakkale' de her okul çıkışı eve giderken izlerdim, günbatımlarından birincisi, o "geçilmez" olan tuzlu suyun yaslandığı toprağında beyaz taşlarla "Dur Yolcu!" yazılı yeşil bir tepedeydi. İkincisi ise Kız Kulesi'nin arkasına düşen Galata Kulesi'nde ve İstanbul'un eskiden kente su 'taksim' edilen tepesinde. Su. Hayattır. Şiirle benzeşir. Şiirbilimsel eksenden bakıldığında şiir için çok bitek bir sözcük. Sanat, dolayısıyla şiir, varlıkların hem kendileri olabilmelerini hem de kendi varlıklarının dışına çıkıp simge ya da imge olabilmelerini mümkün kılan tek alan değil midir? Üstelik bu alan, anlam tabakalarının çeşitlendiği, algı uzamlarının farklılaştığı, tarifsiz ama tarifi zorlayan zevkli bir boyutta biçimlenir o Nasıl şiirim, yanıcı ve yakıcı hayatın bir tür kimyasal tepkimesinin sonucuysa; su da 'yakıcı' oksijenle 'yanıcı' hidrojenin aşkla birleşimidir bana göre. Bu tutkunun hayret verici tarafı ise ortaya çıkan maddenin 'söndürücü' olması. Alıntı yaptığınız "Düş Yanığı" şiirimin o dizelerinden hemen önce "tuz ya da yakamoz / su sudur çünkü" demem de tüm suların denizle buluşması gibi, benim 'söz'ümü de deniz'e getiriyor. Şimdi fark ediyorum, bu dizeler, "Deniz Dili ve Edebiyatı" adlı ömürlük şiirimi, içinden geçtikleri bu şiirden önce yazmaya başladığımı imlerken, yaşamım boyunca da yazacak olduğumu öngörmüş. Sanırım suya, denize tutkum, saygım, bağlılığım sadece şiirlerimden değil meslek seçimimden de anlaşılabilir. Deniz. mühendisiyim. Ayrıca gemi mühendisi. Denizin altındaki, yüzeyindeki, üstündeki tüm dünyalar beni ilgilendiriyor. Yosundan giysiler, tuzlu sudan tatlı su yapasım geliyor; yüzeyinde batmadan dursun diye tonlarca ağırlıkta çelik, ahşap, cam elyaftan gemiler inşa edesim; göğünden kentime, suyuma, yoluma mavi günler, mehtaplı geceler örtesim ... Denizin dili var, konuşur insanla, bağırır, kahkaha atar, azarlar, sarılır öper ... Çok zengin, cömert, doğurgan bir dil bu. Eskiden ödül konusunda daha çekimserdim. Şimdi ise, inandığım başka bir ödülü daha alma düşüncesi bana coşku veriyor. İnsan olarak. Şair olarak şiir yazma coşkusunun ödül vb. şeylerden etkileneceğine kesinlikle inanmıyorum. Şiir, coşkusuna yaratılmazdan önce kendi içinde sahiptir, şairin şiir işinin dışından yapay bir etkiyle tetiklenmesine gerek yok. Dolayısıyla bu ödülün, çoktan yazılmış Yenilgi Oyunu'nun sesine ve yazılacak Nurduran Duman şiirindeki çizgiye bir katkısı olamaz. Bu tecrübe ancak esin, düşünce, düş olarak kalemimin ucuna gelebilir. Yoksa iyi şiir yazmamı sağlamaz. Ama daha farklı okurların ve geniş çevrelerin şiirime dikkat etmesini sağladığına tanık oldum. Okunsun diye yayımlıyoruz. Okunmasın istesek çekmecelere kilitleriz, değil mi? Gerçek şu ki, şiire kafa yoran, emek veren, çok çalışan ve ille de esinini yaşamdan alıp, yaşama tanık olmayı seçtiği için acısına da katlanan bir insan olarak ödül almak çok hoşuma gitti. Dostuma ve düşmanıma teşekkür ettiğim ödül töreninin olduğu o gece de söylediğim gibi, adımın Cemal Süreya'nın adının yanında anılmasından hep onur duyacağım. Hatta hayatım boyunca hak ettikçe ödül almak istiyorum. Çünkü hayatım boyunca şu an olduğu gibi gece gündüz "çalışmak" niyetindeyim. Yaşam ve şiir için verdiğim emeğin görülmesi beni hep mutlu edecek. İnsan, yeteneğinin, çalışmasının ve emeğinin fark edildiğini bilmekten hoşlanır. Bu değişmez insan doğasıdır. Sanırım şairi çekimserliğe iten, 'ödüllendirme işleyişi' hakkındaki kaygıları. Ben şu an yaratan taraftan konuşuyorum. Ama yaratım alanı kadar, değerlendirme alanının da tarihsel yükümlülüğü olduğu gerçeği, herkesin altına imza attığı olaylardan sorumlu olduğunu gösteriyor, göstermeli. Bedel çok... Şiir yazmak yaşama sevincini tetikleyen bir aşk olduğu kadar lanetli bir aşktır da. Kitabıma "Yenilgi Oyunu" adını vermem de bu yüzden. Şiir yazmayı seçmek yenilgiyi oynamayı seçmektir çünkü. Şair olmak ise dünyanın her yerinde, her çeşit yaşamada pek çok savaşım gerektiriyor. Öncelikle her yenilgi denenin, yenilgi olup olmadığına, yenginin de ne olduğuna bakmalı. Şair olmak, küreselleşme adı altında bir tuhaf yönde dönen, günümüz tüketim ve hız toplumu dünyasının egemen değerlerini benimseyenler, tek tipleştirilmeye razı olanlar, "Kara Çalı" gibi zehirli bitkilerin köklerine şerbet verenler için yenilgi gibi görünebilir. Oysa ne büyütülecek ne de küçümsenecek bir şey bu: Şair, yenilgiyi oynamayı tercih etmekte sadece. İşi bu... Yirmi dört saat açık bir dükkanı yürütmek; dünyayı, evreni görmek için boynunu üç yüz altmış derece döndürebilmek; üç yüz altmış derece açılabilen kollarla yaşama, sorumluluğa ve acıya kucak açmak. Yanan bir dünyada yok saymayı değil, yanmayı seçmek.Şimdi bana sık sık sorulan şu soruyu yanıtlamanın tam zamanı: Kitaptaki Of Dize şiirlerinden "Kara Çalı"yı niye yazım kurallarına göre bitişik yazmıyorum? Söz konusu kara bir çalı da ondan, kapkara. O şiiri 2003 'te canımın yangınından koparıp yazmıştım. Böyle anlam tabakalarıyla yüklü bir şiiri mekan/zaman' da sınırlandırmak istemediğimden altına not düşmedim. Ama şunu söyleyebilirim. "Çalı"nın İngilizce sözlükteki karşılığına bakarsanız, "bush" yazılı olduğunu görebilirsiniz... Kendime sıklıkla şunu sormadan edemediğimi de belirtmeliyim: Tarih boyunca ilk zulüm görenlerden biri olan şairin, yaşamın, kendi kafasının içindekinden başka türlü olmadığı yanılgısına ? Çünkü yaşama, değişkenliğine ve sonsuzda" çeşitlenen zenginliğine kafa yorması gereken; insanın 'en bilinmez' olduğunu kavrama yeteneğine en iyi sahip olması zorunlu kişidir şair. Yaşamın ve insanın sonsuz değişkenlerden sonsuz bilinmeyenli denklemler kurduklarım kabul edip, onlara en hoşgörülü kalemini, haksızlık edenlere de en keskin dişini göstermesi gerekendir. Şairler nasıl yüzyıllardır işin içinden çıkmaya çabalıyorsa, insanlar da şair tanımını yaparken, duvarlarının arasını geniş tutacaklar. İlle de kafatasındaki yirmi iki kemiği bir kez daha sayacaklarsa tabii. Bir de şu var. Delilenmeyen, içinde ve Yaşamında fırtınalar koparken, şiirin başrol oynaması gereken ortamlarda kalemini dışarı çıkarıp, egosunu içine çeken şair türünün iyi niyetini, hiç kimse, özellikle de öteki şair, sakın ha küçümsemesin. Şair çarpar sonra. Doğru, dünya, dünyayı ve dünyamı görüşümü içeren şiirler bunlar. Şimdiye değin sorduklarıma yanıt olarak bazen sorular sorduğum, bazen yanıtlar bulduğum bazen de sadece şiirin o benzersiz sezgi gücüne sustuğum dizeler. Bundan sonra da şiirlerimde sormaya, yanıtlamaya ve susmaya devam edeceğim. Görüş alanım, şiirimin gözü, dünyada olanlar ve dünyamdakilerle aramdaki görüş mesafesi ne yönde gelişecek şu an kestirmek güç. Yitik Dize' de neden yeryüzüne geldiğimi, hayatın nedenini ve nasılını sorgularken; yeryüzündeki ve sonsuzluktaki yolculuğumuzun anlamını bulmaya çalışan dizeyi arıyorum. Bakın, bilen dize demiyorum, bulmaya çalışan ama kendisinin de bulunması gereken yitik bir dize o. Onu yaşamım boyunca aramam gerekecek, biliyorum. Of Dize yeryüzünde olup bitenleri, bana öf dedirten şeyleri konu ettiğim şiirlerden oluşuyor. Siz de biliyorsunuz ki bu dizenin sonu ancak dünyanın sonunda gelir; insanın insana ve doğaya yaptığı zulüm bittiğinde... Kör Dize ise aşk, sevgi, dostluk vb. yaşanmışlıkların etkisiyle dostuma ve düşmanıma ettiğim teşekkürdür. Yaşadığım sürece diğerleriyle ilişki içinde olmaya devam etmek niyetinde olduğuma göre, teşekkürüm de devam edecektir. Ama belki bundan sonra gelecek olan diğer kitaplar, çarpışan, ayrışan, çakışan boyutlarda, kendilerine özgü ara kesit şiirlerle oluşabilir. Kesin bir şey söyleyemem ama yazdığım şürin gittiği ve beni de yanında götürdüğü bir yer var. Yazıldıkça adını koyacak olduğum yerlere, görüş'lere, nedenlere gebe bir yer. Aslolan mutlu olmak. Herkesin, en sevdiği işi yapması gerektiğini hararetle savunuyorum. İnsanların sevdikleri işi yapması, sevdiklerimin ve benim mutluluğumu doğrudan etkiler. Yapılan işin, aldığım hizmetin kalitesinden tutun da çevremdeki mutlu ve neşeli insanların yaratacağı sinerji... Dikiş dikmeyi sevenin ille de terzi olduğunu, dikerek yakaladığı sonra da başka insanlara giydirdiği mutluluğu düşünsenize... Buğday ekmeyi seven de başaklar arasında salınsın, ayağı toprakta çıplak, başı göğe ermiş, sırtı dik. ,. Herkes sevdiği işi yaparsa, sevdikleri işi canla başla yapanlara sataşacak vakitleri kalmaz. Çeviri şiir bir yeniden yazmak işi. Zor bir iş çünkü başka bir sanat eserine bağımlı ama titiz bir yeniden yaratım sürecini gerektiriyor. Ortaya çıkanın başlı başına yeni bir ürün ve 'kendine bütün' olması nedeniyle ve ekinsel anlamda değerli bir iş olduğu için, hem çeviri şiire hem de çevirmenine gerekli değerin verilmesi gerekir. Benim iki şartım var. Şiir duyarlığı olmayan ve/veya şair olmayan şiir çevirmesin. Bir de çevrilenin, sözcüklerin birebir dizilmesinden değil dizelerden oluşmasının hedeflenmesi şart. Çevrildiği dilin, kültürün etkilendiği/etkilediği, sanatsal ve estetik yönden güçlü dizelerden. Şiir duyarlığı olan ve/veya şair çevirmen böyle bir kaygı taşıyorsa ona güvenmekten başka bir şey düşünmem. Arabasına bindiğimde direksiyondaki arkadaşıma güvendiğim gibi. Bir şiirimin aynı dilde birkaç çevirisinin olmasını da çok isterim. Başka dilden bir şiirin Türkçeye yapılan her farklı çevirisi beni çok heyecanlandırır. Bu çevirileri karşılaştırmak zevkle yaptığım ciddi işlerden biri. Şair olarak çevirmenlerimi bilmem ve belirleyebilmem mümkün değil ama her okurun kendi çevirmenini, sevdiği şiirin en iyi çevirisini seçmesi gerektiğini söylemeyi çok önemsiyorum. Şiirbilimsel dayanakları olmayan açıklamalar hakkında yorum yapmak istemem. Ama Ahmed Arif dediniz az önce. Ne demişti şair: "ve ben şairim, namus işçisiyim yani, yürek işçisi... " Onun bu mağrur ifadesi bir şairin kimliğini tanımlar nitelikte. Bir de tiyatrodaki Cyrano de Bergerac var bu şekilde önemsediğim. Bu oyun aslında baştan başa bir şiir! Başkahraman Cyrano'nun, bir asilin kendisine yaptığı kiralık şairlik teklifine karşı söylediği o meşhur tirat benim de düsturum olan sözlerle doludur: "İstemem, eksik olsun." Bu, eserin yazıldığı tarihler için söylenmesi kolay olmayan bir şey. 1800'lerin sonlarında söylenmiş ifadelerin günümüzde de geçerli olması sanat adına mutluluk verici, hayat adına çok uzucu. Ben de pek çok kuşakdaşım gibi İkinci Yeni'den etkilendim. İkinci Yeni kendisinden sonra gelen tüm yapılanmaların kökeni olma özelliği taşıyor. Ancak bu, İkinci Yeni'den sonra Türk Şiiri'nde olup bitenleri görmezden gelmeyi gerektirmiyor, Sözünü ettiğiniz kısır tartışmalar yüzünden bizim şiirimizin gelişim sürecini içeren çalışmalar henüz bir kuşak, başka deyişle bir odak halini almadı. Nasıl eski kuşaklan, hiçbirini atlamadan bilip öğrenmeye çalışıyorsam, aynı kuşağı paylaştığım şairlerin çalışmalarını da dikkatle takip ediyorum. Özellikle son zamanlarda hararetlenen deneysel şiirleri, görsel iş'leri coşkuyla izliyorum ve fakat sözü arka plan olarak kullanıp, dili dilden, kodlanmış göz ezberine taşıyan çalışmalar benim şiirde benimsemek istediğim yenilikler değil. Ama merakla bu çalışmaların nereye gideceğini, birer ırmak olup olamayacaklarını görmeyi bekliyorum; kim bilir gürül gürül akan şiirimize yeni yataklar açarlar belki, ne de güzel olur. Bense sözün ve sözcük ırmağının, bugüne dek geçtiği ağızlardan ve kültürden kopara kopara bana getirdiği zenginliğin peşindeyim. Bunu da şimdiki dünyadan içselleştirdiğim, "insan" denen karmaşık ve şaşırtıcı yapının bendeki anlamını ve tarifini aradığım, "gelecekte böyle olacak" diye sezdiğim bir şiirle bulmaya çalışıyorum. Eğer Türk şiir zincirinin bir halkasıysam; aklı seven, anlam tabakalarıyla cömert, dilin, geleneğin, ritmin ve dizenin olanaklarını zorlayan Yenilgi Oyunu bu zincirin 2000-2006 halkasında yer almakta. Sorunuzdaki "yeni" den kastınız bu dönemde seslerini bulup duyuran şairlerse, bu şairlerin bir kuşak oluşturmaları Türk Şiiri'nin yörüngesinde önemli değişikliklere yol açacaktır.*Budala Sayı 24, 2003 **Koridor Sayı 2, 2007 Yenilgi Oyunu / Nurduran Duman / Komşu Yayınevi / 70 s.
Şiirakademisi ticari amaç gütmediği için ürünlere telif hakkı ödemez. Ürünlerin telif hakkı yazarına aittir.
5846 Sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Yasası uyarınca, ürünler site yönetiminden ve yazarından izinsiz kullanılamaz.  
Bebek Giyim - Toptan Oyuncak - web tasarım
Şiir Akademisi - Ana Sayfa