Şiir akademisi logo
Şairler Şiirler menü Öyküler
Fakir Baykurt Öykü Yarışması - Sarıyer Belediyesi Fakir Baykurt Öykü Yarışması sonuçlandı - Tanpınar Şiir Yarışması’nda Sonuçlar Açıklandı - 9. Aşık Mahzuni Şerif Beste Yarışması başlıyor - Dicle Koğacıoğlu Makale Ödülü 2017 - Bornova Belediyesi Şiir Yarışması - GİO 2017 Roman Ödülü - Sunullah Arısoy 2017 Şiir Ödülü Hüseyin Atabaş’ın - Gençlerden Atatürk'e Mektup Yarışması - "Attila İlhan Edebiyat Ödülleri" başvuruları başladı -


Erdal ATICI

Özgeçmiş Sayfası »

Daha Küçük Yazı Tipi | Daha Büyük Yazı Tipi

KIRMIZI AYAKKABILAR (ÖYKÜ)

KIRMIZI AYAKKABILAR...

 

 

 

                                             Musa Uysal (Emmi) öğretmenime...

 

 

Yeryüzü sanki bir yangın yerine dönüşmüştü de, biz o yangının içine sürükleniyorduk. İçinden geçtiğimiz köyler, kasabalar, mahalleler bütün yeryüzü yanıyordu.

Otobüsten içinden dağları yutan yalımları izliyordum. Yalımlar toprağın nemini kapıp göğe yükseliyordu. Yol kenarında insanlar görüyordum arada. İnsanlar, kömür gibi yüzleriyle umutsuzca otobüsümüze bakıyordu. Kimi elini uzatıp yardım istiyordu. Bizse, daha içerilerdeki can pazarlığına yetişmek için duraksamadan gidiyorduk...

Otobüs sürücüsünün gözleri bakır gibi kızarmıştı. Gözkapakları ağırlaşınca, bir elini direksiyondan çekiyor, radyoyu kurcalayarak kendine gelmeye çalışıyordu. Ağır uyku nöbetine tutulmak üzereydi. Anlamıştım. Çocukluktan kalma bir alışkanlıkla onu izliyordum.  Kamyonculuk yaptığımız günlerden uykusuzluğun, ne yaman, ne dayanılmaz, ne büyük bir işkence olduğunu biliyordum. Ağabeyim geceli gündüzlü yolculuklarımızda,  iki üç gün uykuya direnir sonunda gözkapakları ağırlaşınca, uykusunu açmak için sağa sola amaçsız, hareketler yapardı. Bilirdim; o anlarda uykusunun geldiğini ve korkarak kapının kolunu sımsıkı tutardım. Bütün taşıtlar üzerimize geliyor gibi olurdu. Ağabeyim yolu ortalayarak giderdi bir süre. Uykuya dayanamayacak hale geldiğinde, mücadeleyi kaybeder, arabayı yol kenarına çeker, oturduğu yerden direksiyona kapanır sızar kalırdı. Onu uyandırırım korkusuyla kımıldamadan beklerdim. Bir- iki saat sonra gözlerini ovuşturarak kalkar ve bakır kırmızısı gözleriyle bana bakardı. “Kaç saat uyudum ben” diye sorar, “iki” yanıtını alınca, arabayı çalıştırarak kaldığı yerden yola devam ederdi...

Otobüsün yolcularının çoğu uyuyordu. Sıcakla birlikte, uyku karşı konulmaz bir gizli güç olmuş hepsini hipnoz etmişti.

Ben ve sürücü uyanıktık. Bir de o babayla kızı. Onlar akşam bir dağ köyünden otobüse binmişlerdi. Kızı, kucağında gözü yaşlı bir köylü kadın otobüsteki koltuğuna getirmiş, yanaklarından üç dört kez öpmüş, aşağı inerken anlayamadığım bir şeyler mırıldanmıştı.

Kız, yedi sekiz yaşlarındaydı. Otobüse bindiklerinde babasıyla tatlı tatlı konuşuyordu.  On dakika geçmeden, bağırmaya başladı. Küçücük bedeninin kasılmasından şiddetli ağrılar çektiği belliydi. Küçücük bedenine yayılan ağrılar karşısında adeta, çırpınıyordu. Yolcular ne yapabiliriz telaşına düşmüşlerdi. Muavin su ve kolonya getirmiş başlarında bekliyordu. Zavallı baba, kızının çektiği acı karşısında gözyaşlarını tutamayarak, onunla birlikte ağlıyordu. Bu gözyaşları karşısında ben de ağlamaya başladım.

Çocuğun çektiği bu şiddetli ağrılar, insanın aklına o amansız hastalığı getiriyordu. Hani şu insanlığın çaresiz kaldığı hastalık... Son döneminde dayanılmaz ağrılar çektiren. İçimden “o daha çok küçük” diyordum... Doğanın yasası ölüm sırasını çocuklardan başlatacak kadar alçak olabilir miydi? Olmamalıydı, o yüzden aklıma gelen düşünceleri kovuyordum, hemen...

Hiç çaresiz kaldınız mı? Hani dünyaları değiştirmeye gücünüz varken, gücünüzün yetmediği oldu mu? Hani, en güçlü halinizle girdiğiniz kapıdan, boynu bükük ve zavallı bir şekilde çıktığınız oldu mu?

Hani cenaze törenlerinde olur ya! Çok yakından tanıdığınız birini kaybetmişsinizdir de içiniz yanıyordur! Birden, her şeyin boş olduğunu fark edersiniz. Bütün o koşuşturmalar, mücadeleler, kavgalar gürültüler yerini bir sessizliğe bırakır. Suyu kesilmiş değirmen gibi sessizleşirsiniz.

Küçük kıza baktıkça, ellerimin ne kadar küçük, adımlarımın ne kadar kısa, gözlerimin ne kadar kör, beynimin ne kadar uyuşuk olduğunu anlamıştım. Bir de insanoğlunun zavallılığını...

Bir süre daha bağıran küçük kız sonunda ağrılara karşı direnemeyerek yenik düştü. Bitkin bedenini bırakıverdi. Ağrılar uçup gitmişti, gökyüzüne. Birkaç dakika sonra hiçbir şey olmamış gibi babasıyla konuşmaya başladı. Onun bülbül gibi şakıması otobüste herkesi  sevindirmişti.

“Baba Ankara’da bana kırmızı ayakkabı alacaksın değil mi?”

“Evet kızım!”

“Bebek de alacaksın.”

“Tabi kızım!”

“Annem neden bizimle gelmedi baba?”

“Biz de çok durmayacağız, sana ilaç yazdırıp köyümüze döneceğiz.”

“Başım ağrımayacak değil mi?”

“Tabi kızım. Doktor amcalar, ağrıları bulup atacaklar başından...”

“Baba, ben de okula gidecek miyim?”

“Köye dönünce hemen başlayacaksın güzel kızım.”

                  ...

 

Sabaha kadar sürücüyle birlikte ben de uyumadım. Ayın altında Anadolu’yu bir kez daha geçiyordum..

Ağrıların yeniden başlamasıyla, küçücük bedeni yeniden titremeye başladı. Zavallı baba yine çaresizlik içindeydi. Yanı başındaki yolculardan yardım bekliyordu. Biri kızının elini tutsun. Biri gelip bu acıları dindirsin. Mışıl mışıl uyutsun sarı saçlı yeşil gözlü canını. Biri gelsin, yüreğine saplanan bıçağı bir hamlede çekip alsın...

Yerimden kalktım. Otobüsün sürücüsüne yaklaşıp, “önümüze ilk çıkacak yerleşim yerinde duralım ve çocuğa ağrı kesici yaptıralım.” “Olur” anlamında başını salladı. Sonra babasının kucağında çırpınan küçük kızın yanına varıp; “biraz daha dayan güzel kız, biraz daha dayan. Biraz sonra hiçbir şeyin kalmayacak” dedim. Beni duyacak kadar kendinde değildi. Babasıyla göz göze geldik. Yalvarır gibi baktı. Dayanamıyordu. “Her şey yoluna girecek” dedim.

Birkaç dakika sonra bir kasabada durdu otobüsümüz. Kasabalıların şaşkın bakışları altında, küçük kızı kucağımızda sağlık ocağına götürdük.

Biz koştukça, alevler daha da yakıyordu yüzümüzü. Anadolu yanıyordu.

Küçük bedenini sedyenin üstüne yatırıp, doktoru beklemeye başladık. Genç bir doktor, geldi.

Kıza şöyle bir bakıp;

“Adı ne?”

“Ayşe”

“Kaç yaşında?”

“Yedi.”

“Nesi var?”

“Bilmiyorum beyim. Sürekli başım başım diye bağırıyor.”

“Kaç aydan beri?”

“Aylar oldu beyim. Önceleri arada bir ağlardı, son zamanlarda, ağrı tuttu mu, kafasını kendini parçalayacak.”

“Hiç doktora götürdünüz mü?”

“Hayır beyim, geçer gider dedik. Durumumuz da pek iyi değil. Sonunda bizim muhtardan bir yazı alıp “Yeşil Kart” çıkarttık. Kasabanın doktoru. “Bu çocuğu vakit geçirmeden Ankara’ya götür” dedi. Ne olduğunu anlayamadım.

“Ben kızına ağrı kesici bir iğne yapacağım dört saat ağrıyı hissetmez. Ancak bu çocuğun durumu iyi görünmüyor?”

“Nasıl beyim, benim gül yüzlümün nesi var?”

“......”

Doktorun dilinin altındaki baklayı anlamıştım. Çocuğa iğne yapıldıktan sonra, yeniden yola çıktık. Biraz iyi görünüyordu küçük kız. Yanlarına varıp,

“Bak iyi oldun gördün mü?” dedim.

Gülümsedi. Babasına dönüp,

“Hangi hastaneye götüreceksin?” dedim.

“Bilmiyorum?”

“Nasıl, kasabada doktor şuraya buraya götür demedi mi?”

“Ankara’da hangi hastaneye götürürsen götür” dedi.

“Olur mu öyle?” dedim. “Çocuk o hastane bu hastane derken mahvolacak.” Hacettepe’de beyin cerrahı olan arkadaşımı aradım hemen. Dedim ki, “Mustafa şu anda Ankara’ya doğru gelen bir otobüsteyim. Başında şiddetli ağrıları olan bir çocuk var. Durumu iyi görünmüyor. Babanın durumu da çok kötü, köyden geliyorlar. Maddi manevi yıkıntı içindeler, senden rica ediyorum bu yurttaşa yardım edelim.”

“Tamam bakarız!” dedi.

“ Tamam bakarız, deme Mustafa durum bildiğin gibi değil. Çocuğun ağrılarına ben insanım diyen dayanamaz.”

“Tamam, tamam.” Dedi.

Eskişehir yolundan Ankara’ya girerken. Gözlerini iyice açtı küçük kız. Babasının kucağından doğruldu. İlk kez gördüğü kocaman binalar karşısında şaşırdı. Bütün acılarını unuttu.

“Baba, kırmızı ayakkabı istiyorum. Kırmızı ayakkabılarımı giyip okula gideceğim. Ablamın okuluna. Ablamın öğretmenine. Kırmızı ayakkabılarımla koşacağım, ip atlayacağım.”

Dedim ki, “kırmızı ayakkabıları ben alacağım sana. Hem de kan kırmızı olanlardan. Bir de kırmızı kurdelalar, kırmızı tokalar. Sen iyi olmaya bak.”

Otobüsten inip bir taksiyle Hacettepe Hastanesi Çocuk Bölümüne geldik. Mustafa bizi karşıladı.

“Şanslısınız, dünyanın en büyük beyin cerrahı hastaneye gelmişti. Ameliyata gerek olursa ona yaptıracağız” dedi.

Yeşil kartı alıp hemen hastane işlemlerini yaptırmaya başladım. Koşuyordum, geçirdiğimiz her saniye sanki bizi küçük kızdan biraz daha uzaklaştırıyordu. İşlemler tamamlanınca, küçük kızı odasına götürdüler. Yanına gidip, yanaklarından öptüm, “merak etme” dedim. “Her şey  daha güzel olacak.” Gülümsedi.

Babasına, “senin burada yapacağın bir şey yok, bundan sonrası doktorların, seni bizim evde misafir edeyim, yarın sabah gelirsin” dedim.

“Sağol beyim, çok yardımcı oldun. Allah senden bin kez razı olsun.”

“Bizim bu ülkeye, bu halka borcumuz tükenmez, onlar bizi vergileriyle okuttular, aydınlattılar. Bizse...”

“Yarın görüşürüz” deyip ayrıldım.

Eve gitmeden bir ayakkabıcıya, uğrayıp kırmızı bir ayakkabı alıp paket yaptırdım. Kırmızı tokalar, kırmızı çoraplar aldım. Bir kucak hediye. Şaşıracaktı. Yeşil gözleri büyüyecekti. Babasına bakacaktı.

Gece boyu yatakta döndüm durdum. Uyuduğumda da bir çift yeşil göz, rüyalarıma girdi...

Öğleye doğru işlerimi bitirip hastaneye gittim. Doğruca küçük kızın odasına çıktım. Kucağımdaki paketi dışarı; bankın üstüne bıraktım. Sürpriz olsun istedim. Ameliyat öncesi moral olacaktı. Sevinçli girecekti ameliyata.Yatağı boştu görevli hemşireye sordum. Üzgün başını eğip,

“Sabaha karşı...”

Yüzüne anlamsızca baktım. Gözlerim doldu. Yatağına varıp dokundum. Gözleri oradaydı. Geleceğimi bildiğinden gözlerini bırakmıştı...

Mustafa’nın yanına nasıl gittiğimi hala düşünürüm. Ömrümün en uzun yolculuklarından birini yapmıştım, o iki koridor arasında..

Mustafa ayaktaydı, içeri girdiğimi görünce, “başımız sağ olsun! Çok geç kalınmış.” dedi, Sustum. Konuşmadım. Onu yaşatamayan dilimin, elimin, ayaklarımın, beynimin ne değeri vardı. Gereksiz konuşmalardı yaptıklarımız. Kapıdan çıkarken,

“Babası” dedi Mustafa.

“Ne olmuş babasına?”

“Giderken sana bir not bıraktı.”

Uzattığı küçük kağıdı açtım. Yüreğindeki büyük yangının etkisiyle eğri büğrü harflerle yazmıştı. Zor okunuyordu.

“Bana çok yardımcı oldunuz. Size teşekkür edemeden, küçük kızımı alıp gidiyorum. Ne yapalım, göreceklerimiz, yaşayacaklarımız varmış...”

Yürüdüm çocuklarını emziremeyen koca kentin sokaklarına. Düşündüm. Kim bilir hangi yoksul semtte, hangi kirli sokakta çocuklar hastalıkların pençesinde? Yürüdüm...

“Çocuklarını yaşatamayan bir uygarlığın ne önemi var!” diye bağırdım.

Gerçekten;

Hastalıkların, açlığın, savaşların çocukları öldürdüğü bir dünya da ne işimiz vardı?

Bir iki ay sonra yaz bitti. O yeryüzünü yangın yerine döndüren yalımlar kaybolup gitti. Yapraklar sarardı. Yağmurlar başladı... Yeşil gözlü, sarı saçlı kız o yaz hep rüyalarıma girdi. Kırmızı ayakkabılarıyla okulunun bahçesinde ip atlıyordu. Bülbül gibi şakıyordu.

 

                                                                                   ERDAL ATICI

 

                                                                                     2 Ekim 2005

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 


Erdal ATICI

 
Şiirakademisi ticari amaç gütmediği için ürünlere telif hakkı ödemez. Ürünlerin telif hakkı yazarına aittir.
5846 Sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Yasası uyarınca, ürünler site yönetiminden ve yazarından izinsiz kullanılamaz.  
Bebek Giyim - Toptan Oyuncak - web tasarım
Şiir Akademisi - Ana Sayfa