Çeşme
Heykellerle donanmış bir meydanın, ortasına kurulu çeşmenin kenarına oturmuş bakıyorsun. Acıklı yüzünü göğe döndürmüş, buz beyazı dudaklarının arasından su fışkırtan kıvırcık saçlı bir tanrıça ile yanyanasın. Ondan haberin var mı, yok mu? Bilerek, isteyerek mi yanına iliştin, yoksa tesadüfün böylesi mi bilinmez, ama sanki tanrıça senin yaşam suyunu çekip çekip havaya billur saçıyor. Sen saniye saniye küçülüyorsun. Bir köşe başı kafesinden, kırmızı tenteleri kendime siper edip seni seyrediyorum. Ruhumda o içimizi ezen müzik. Yıllarca bıkmadan dinlediğimiz ve hep de aynı yerden bizi kanatan müzik. Kalabalığı itip, ellerini suya değdiriyorsun, ellerin ıslanmıyor. Yüzünü tutuyorsun, ıslanmıyor ve sen başın önünde ağlayan ve tanrıya yakaran mermer ruhlardan kaçarak önce meydanı, sonra şehri terk ediyorsun. Bense peşinden koşmaya çalışırken, merdivenlerde vurulup yere düşüyorum ve müziğimiz son perdeden üzerime kapaklanıp, beni teselliye sararak sonsuzluğa taşıyor. İşte rivayete göre güneş o esnada batmış ve suya kızıl karışmış.
Sema RUMELİLİ