AHMET MUHİP DIRANAS ya da FAHRİYE ABLA
Bu iki isimden hangisi
kulağınıza daha aşina geldi? Hafızanızda neler canlandı? Dağları karlı bir
Erzincan’ı mı hatırladınız, Özdemir Erdoğan’ın bir şarkısı mı?
Klasikleşmiş bir sinema filmini mi? Yoksa imkansız bir aşkınızı mı? Eğer bunlar
geldiyse aklınıza;siz Fahriye Ablayı hatırlayanlardansınız..
Böylesine renkli bir
karakterin yaratıcısı nasıl bir insandır diye düşünenler ise karşılarında Şair
ve Fikir Adamı Ahmet Muhip Dıranas’ı bulmuşlardır.
Melih Cevdet Anday’ın da
ifade ettiği gibi o bir dil düşkünüydü. Şiirlerinde biçim ustalığın özellikle
önem veren, hece veznini duraksız kullanarak yeni ses olanakları deneyen,
simgelerden de geniş ölçüde yararlanan şair;şiirlerinde iç sıkıntısı ,
yalnızlık, pişmanlık, kuşku, günah, sevgi, ölüm gibi
Temaları işlemişti.Doğa-insan ilişkileri üzerinde durmuş;
doğanın uyandırdığı yücelik duygusundan yola çıkarak sonsuzluk, sonsuz
güzellik, ölmezlik temalarına yönelmişti.Şiirlerinde düşe ve imgelere geniş yer
verirken, oyunlarında daha kapalı ve metafizik sayılacak temaları ele almıştı.
1909 yılında Sinop’ta doğan
Dıranas, Edebiyat Fakültesi Felsefe Bölümünden mezun olduktan sonra Gazetecilik
ve Kütüphane Müdürlüğü yaptı.1938-1943 yılları arasında Halkevleri Kültür ve
Sanat yönetmenliği, 1946-1949 Çocuk Esirgeme Kurumunda Neşriyat Müdürlüğü ve 1957-1960
yılları arasında aynı kurumda müdürlük görevinde bulundu. Devlet tiyatrosunda
edebi kurul üyesi olarak çalışan Dıranas ;Anadolu Ajansı ve İş Bankası Yönetim
Kurulu Üyeliği görevlerinde de bulundu.
Uzun yıllar
Zafer Dergisinde yazan Dıranas, buradaki yazılarında günlük gelişmeler üzerine
fikir yürütürken, alışkanlıkları, düşünceleri ve kişiliği hakkında da ipuçları
vermişti.
Dıranas, 1937 Yılında katıldığı bir Edebiyat gecesindeki şu sözleri ile hem
cesaret ve açık sözlülüğünü hem de reformist şair yönünü göstermiştir.”Eğer bir
gün çocuğum Divan Edebiyatından bir şeyler umarak onun için ömür harcarsa, bu
ömrü heba sayacağım. Ve şayet ondan zevk alırsa, çocuğumu dejenere bileceğim.
Çünkü o edebiyat sarayın içinde doğmuştu ve sarayın içindekilere hizmet
etmesini çok iyi bilmişti.” Dıranas sözlerinin devamın da , Divan
edebiyatının gelecek kuşaklara hiçbir şey vermeyeceğini şu sözleriyle
açıklamıştı:”Eğer içinde yaşadığı devirden ve tarihi çerçeveden dışarıda
alınırsa; Divan Edebiyatı diye ortada büyük ve beşeri bir sanat davası, insan
için büyüğü feda eden kıymet kalmaz” Divan Edebiyatındaki tekdüzeliği de
eleştiren Şair, Avrupa Edebiyatındaki “İzm”li akımların getirdiği yenilikleri,
kendi içerisinde tutarlı bir değişim ve yenileşim ile değerlendirememesinin de
üzerinde duruyordu.
Bir Şair düşünün ki; duyguya , sevgiye ve aşka saygı duymasın!Mümkün mü?Hangi
yüzyıla hangi akıma bakarsanız bakın;dili, ırkı, dini, dünya görüşü ne olursa
olsun,Şairlerin öncelikli ortak noktası sevgi ve aşka verdikleri önemdir. İşte
Dranas’ın aşka olan saygısı: Şair Ankara Samanpazarı’ında dilenen kadın ve
erkek iki genç kötürüm görür.Onlara sadaka vermeyi alışkanlık haline
getirir.Daha sonra onların birbirlerine aşık olduklarını anlar ve bu çok hoşuna
gider. Onlara daha farklı bir gözle bakmaya başlar. Hatta; bir daha onlara
sadaka veremez.Aşk;Şairin gözünde asilleştirmiştir dilencileri…
Yazarların her
dönemde sıkça muhatap olduğu sorulardan birisi de “Nasıl
yazabildikleri”üzerinedir.Hatta daha sıkıcı bir duruma gelebilir sorular.”Bu
şiiri kaç günde yazdın?”Senede kaç öykü bitirebiliyorsun?v.b.yazar;bir üretici
olmakla birlikte hammaddesi soyuttur.Bir ekmek fırınının verdiği randıman
beklenemez yazardan.Elindeki ham maddesi olan bilgi, birikim ve düşüncesini
hangi dönemde, hangi yoğunlukta kullanacağını belirtmek oldukça güçtür.Dıranas
28 Mart 1948 tarihli Vatan Gazetesindeki yazısında bu durumu çok hoş bir
biçimde ifade etmiştir.Yazdığı bir piyes hakkında kendisini sürekli olarak sıkıştıran
ve neden bitiremediğini soran bir arkadaşına; “Tembellik ediyorum da ondan”
der.Sonra bu tembelliğini açıklar: “Sanatkar,tembellik yapmaya başladı mı,
yaratma hali içine girmiş demektir.Şairler bunu pek iyi bilirler. Ondan sonra
durup dinlenme yoktur. Bütün vücut bambaşka bir mekanizma içinde çalışır. Ne
verecekse o zaman verir. Yazma hali bir nevi hasat mevsimidir.Bu tembellik;
çalışmak istemeyişin verdiği bir uyuşukluk değil, yaratmayı yapacak olan
kuvvetlerin bir noktada teksifi halidir”.
Dıranas, 19 Haziran
1949 tarihli yazısında insanların ikiyüzlülüğüne, sahtekarlığına ve
bencilliğine vurgu yaparken ;öz eleştiriyi unutmuyor, bir çoğumuzun kendisine
bile itiraf edemediği olumsuz yönlerini okurlarından gizlemiyordu.Şu sözleri
Dıranas’ın ne denli alçakgönüllü ve açık sözlü olduğunu gösteriyordu.”Ben
içimin kabuslarına eğilmesini gücümün yettiği kadar bercerdim.Beden ötemin
ormanlarındaki hayvanları, bataklıklarımdaki lizucetli yılanları,
çiyanları-hepsini değilse bile birazını-bilirim.Bir vakitler korkarak, amana
düşerek seyrederdim.Şimdi ona alıştım.Korkmadan bakabiliyorum.Bu beni
küçültmüyor.Ne kendimin;ne de başkalarının diyecektim ama hayır!
Sadece kendimin gözünde beni küçültmüyor. Çünkü kendimin ne
olduğumu, ne olabileceğimi bana biraz olsun bildiren, beni bana biraz daha
yakından tanıtan şey bu.Eğer birine bir kötülük edersem, bunun nedenini
niçinini az çok biliyorum da ona göre önleme tedbirlerini alıyorum.Ne saklamalı
bu gerçeği?”
Aynı zamanda Hümanist bir
fikir adamı olan Dıranas, insan değeri ve özgürlüğünün de üzerinde dururken,
mahpusluk üzerine şu söylemlerde bulunmuştur:”İnsanlara en büyük ceza olarak
hürriyetten büyük bir ceza dedikleri ölüm cezası, hürriyetin ne denli bir nimet
olduğunu bilmeyenlere göredir. Onlar yalnız ölümden korkarlar. Hürriyetlerinin
elinden alınmasından korkarlarsa, ölümle olan alış-verişlerini önceden kesmiş
kişilerdir.Baldıran zehirini içmekte inat eden Sokrat, şüphe yok ki, hayatı
pahasına hürriyetinin elinden alınmasından dehşet duymuştu ve zehri onun için
seve seve içmişti.”
“Yazık olsun!
Hepsinin değerini ölümlerinden sonra bileceğiz. Haklarında on yıl, yirmi yıl,
otuz yıl haksız yere susmuş kalemlerimiz birdenbire boşanacak. Artlarından en
içli ağıtlarımızı yakacağız. Bunu yaparken de; kendimizi beğendirmeye, ne
vefalı olduğumuzu belirtmeye, anlayışımızın genişliğini buldurtmaya okuyucuyu
zorlayacağız. Yaşarken bu adamların sevilmeye, anlaşılmaya, ilgilenilmeye,
şevklendirilmeye ve yüceltmeye, yaşamaya, manalandırmaya ve güzelleştirmeye yönelik
uğraşların adamlarına; sevgiden, ilgiden, anlaşılma zevkinden ve bir de şevkten
başka ne verebilirsiniz ki gönülleri olsun? Yazık olsun! Esef ve pişmanlığın
ilk oklarını kendi kalbime saplıyorum…”
Dıranas 3 Şubat 1962 tarihinde kaleme aldığı bu düşünceleri ile sanatçıların,
ölümlerinden sonra değerlerinin bilinmesini eleştirmişti. Eğer bu yazıya
ulaşmamış olsaydım, ben de bu yazımı; buna benzer bir açıklama ile
sonlandıracaktım.
Hayret! Aradan 48 yıl geçmiş ve hiçbir şey değişmemiş! Sadece Ahmet Muhip
Dıranas’ın, haksızca kendi kalbine sapladığı esef ve pişmanlığın ilk oklarını
çıkarmak istiyorum…
Ahmet Muhip Dıranas’ın 71 yıllık yaşam yolculuğu 1980 yılında Ankara’da
nihayete ermiştir. Şiirlerini 1974 yılında “Şiirler” isimli kitabında toplayan
Dıranas’ın, 1975 yılında, Tevfik Fikret’in günümüz Türkçesine çevrilmiş
şiirlerinden oluşan “Kırık Saz” isimli kitabı ve 1977 yılında “Gölgeler-Çıkmaz”
isimli oyunları okurlar ile buluşmuştur.1994 Yılında basılan “Yazılar” isimli
kitap ise, yazarın eşi Münire Dıranas’ın tamamlamasıyla gerçekleşmiştir.
Ahmet Muhip Dıranas’ı sorun insanlara. Tanımayan olur ise; “Fahriye
Ablayı”sorun.Onu muhakkak tanıyacaklardır.
Muzaffer TANSU