“SU VAKTİ”NDE BULUŞMAK!
Ahmet GÜNBAŞ
Hayrettin Geçki’in son kitabı Su Vakti (*) adını taşıyor. Şaşırmadım hiç. Çünkü huyu suyundan gelen bir damarla şiire ve aşka yakın duruyor. Hem ilk değil bu eğilimi. Bir önceki yapıtı Beni Nereye Götür’deki (**)
“dedim sana:bir çiçeğe yürüyeceksek
su olmalıyız /
birbirimizin ateşinde eriyerek”
dizeleri esin kaynağını belirliyor.
Suyun, şiirle ve aşkla akrabalığı sağlıklı, devinimli bir ilişki. Birini anlayan diğerinin de dilini çözer. Hepsinde bir ‘akışkanlık’ söz konusu. Akışkanlıktan kasıt ‘iletişim’... Su deyince; akışkanlık, arınmışlık, duruluk, ferahlık, uzaklık, yakınlık, sonsuzluk, özgürlük, yalınlık, doğallık, dolaysızlık, engel tanımazlık gibi öyle sözcükler sıralanıyor ki şiire yakın durduğu her halinden belli oluyor.
Fuzuli’nin ünlü Su Kasidesi’ni okuyanlar, onun lirizmi köpürten bir şiir olduğunu iyi bilirler. Hele
“Dest-i busi arzûsuyla ölür ger ölsem dostlar
Kûze eylen toprağım sunun anınla yâre su”
(Ey dostlar, eğer onun elini öpme arzusu ile ölürsem, toprağımdan bir testi yapın ve sevgiliye onunla su verin) beytindeki ince duyarlık “âşık-ı sadık” a çok yakışır.
Yine çağdaş şairlerimizden Ruşen Hakkı’nın Su başlıklı şiirinden,“Akıtarak sesini bana doğru /su’yun hallerini soruyorsun /Sen su dediğinde aklımı yeşilliyor / denizin kayalara doğurduğu yosun” diye başlayan dizelerini belleğimin köşesinden çıkarıp sunabilirim size ıpıslak. (Düşlem, Mayıs 1998, sayı:13)
Geçkin, daha çok ‘akışkanlık, arınmışlık ve iletişim’ özellikleriyle kullanıyor su imgesini. Buna bağlı olarak her üç sözcüğün rahatsız edici zıtlığını ele alırsak, ‘durağanlık (yani eylemsizlik, eli kolu bağlılık), kirlilik ve iletişimsizlik’ gibi yakıcı sorunlarımız olduğu düşünebiliriz. Gerçekler de bu üç saç ayağına oturuyor zaten. Alt alta üç alıntıyla örnekleyelim saptamalarımızı:
“biraz mavi gönderseydin keşke
gri kaldı yüzümün sokakları ( s:64)
“yeryüzü olma görevi bana verilmişti
kanlarımı yıkadım önce
açlarımı doyurdum
silahları toplayıp derin bir çukura gömdüm
yeniden ağaçlandırdım çıplak tepelerimi” (s:42)
“bir damla suya çiziyorum dilimdeki her sözcüğün
anlatmak isteyip de anlatamadığı şeyleri” (s:20)
Görüldüğü gibi ilkinde, ‘mavi’yle imgelenen su özleminden doğan bir umarsızlık onu olduğu yere mıhlamış. İkincisinde, yeryüzünü yeni baştan yaratacak denli genel bir kirlenmeye işaret ediyor ki, açlık, savaş, çevre yağması gibi sorunlar insanı ve doğayı tümüyle soldurmuş. Üçüncüsünde ise her sorunu giderici, arınmışlığı ve düş kurmayı gerçekleştirecek suya olan özlemi yakıcı boyutlara ulaşmış.
Hepsinden önemlisi “mezar boyu zaman”la nitelenen bir görünüm var ki ölü toprağı gibi serpilmiş üstümüze. Değişim hem gerekli, hem zor. Adım atmak şöyle dursun, kımıldamak bile olanaksız:
“neyin sevinci / neyin tortusu
sulardan / taşlardan arta kalan
kaç mezar boyu zaman” (s:12)
Birey eylemsizliğe kilitlemiş durumda. Bunu, Karacaoğlan esintili Elif adlı bir kadında görebiliriz örneğin:
“Gözleri zehir yeşili / niyeti
imkansızla sevişmekti
.....
akıp gitmek istedi kadın
sonraya, sonsuza
çırılçıplak ve her renkte” (s:25 / 26)
Akmak, akabilmek; kabuğundan çıkmak, kavkıyı kırmakla eşanlamlı.
Suya doğru yürüyüşünde hem istekli hem ikirciklidir şair. Diline doladığı ‘su vakti’ düşsel bir ortam çiziyor ona:
“su vakti düşme yollara
bir yaprak bir yaprağa sürtünür
düş olur” (s:46)
Böylece sudan ibaret yeni bir plazmaya kavuşulduğunda, yeniden yaratılmakla birlikte ‘sürtünmek’le anlatılan ‘aşk’ boyutunda tatlı kımıltılar çıkıyor ortaya. İki yapraktan kasıt iki insan da olabilir. Öylesine bir düştür ki bu, bizi kendimize yabancılaştıran nedenlerin su sayesinde parçalanıp dağılmasını öngörür.
“usta
bir düşgen olacak
açıları arasında sonsuzluklar bulunan” (s:15)
Şunu da ekleyelim düşgenli geleceğe:
“seni şafağa teyelliyorum” (s:9)
Yeni bir başlangıca yani!.. Ulaşılmaz, kavuşulmaz olana...
Şimdi geldik mi, suyla çıkılan yolculuğun ‘sonsuzluk’ boyutunu algılamaya? Durağanlıktı, kirlilikti, iletişimsizlikti; şuydu buydu derken, bir de ne görelim; düşgen’imizin izdüşümünde sonsuzluğu tırmalar olmuşuz. Çünkü bizi eylemsiz kılan, kısıtlayan engellerin eğretiliğini fark edip, yaşamı derinliğine gözden geçirmeye başlamışız. Giderek bir özgüven gelmiş üstümüze, inancımız tazelenmiş, irili ufaklı yaşama sevinci basmış dallarımızı:
“bakma sen
bir gün başka döner dünya
aşk kazanır
insan kazanır
....
bakma
betonları basar çiçek
hayat kazanır”( s:5 )
Şiire ve aşka inanmak: Şairlerin ortak düşü!.. Ya da tuzun kokma olasılığı koşutluğunda suyun da çürüdüğü (Ahmet Telli’nin Su Çürüdü’sünü anımsayalım) bir ortamda, ‘mezar boyu zaman’ı tersine çevirmek... Ha, şimdi zamanın yeni halini merak edenler, kulak vermeliler şu dizelere:
“oysa ötede / ötelerde
dalgalar alıp götürebilir
kanat verir isteyene mavi
ve zaman / bol köpüklü” (s:54)
Aşklara doğru koşturan sukanat kimliği hakkında bakın, neler söylüyor şair::
“yaşım su
dağlardan geliyorum
belli ki daha geçmemiş acemiliğim
fakat seni çılgınca seviyorum” (s:35)
Çekinmese, “Adım Su” diyecek!..
Ben, her şeye karşın o tatlı acemilikte kalmanızı dilerim. Şiir için de aynı şeyler geçerlidir. Değilse tat vermez düşgen yolculuğunuz. Zaten ustası da farkında o düşgenin ki çırağın ağzıyla sesleniyor. Sonunda aşk başat kılınsın, insan kazansın istiyorsak, kıyıdan açılmayı göze almalıyız, öyle değil mi? Sudan kıvılcımlar sıçratan bir dönüşümdür bu, sözcüklerin kor imgelerle karşımıza çıkması. Şiir kapınızdadır artık.
“dipsiz denizi sözcüklerin
ağza alındıkça yangın
dudağa düştükçe kor” (s:57)
Doğallığımızı sudan geçirerek bize derinliğimizi bağışlıyor şair. Bundan böyle ‘su’ demesek de olur. ‘Mavi’yle barışık kalın, yetişir. ‘Işığın serinliği’nden boşanan yağmura dönün yüzünüzü.
Aşk, “deneyüstü”dür şaire göre. Laboratuar sıralarında gerçekleşemez robotsu tutumlarla. Etiyle kemiğiyle insana özgüdür. Kişi akışkanlığın farkında olmalı ele geçirebilsin onu. Örneğin, Eski Bir İyilik diye adlandırabilirsiniz ilk kıvılcımı.:
“sesi bir bardak suydu hararetime
okul çıkışlarında oradan geçirirdim yolumu
anne senin öldüğün gün bunları sayıklarsam
günah olmaz değil mi?” (s:67)
Bir kıvılcımdan sonra arkası gelecektir kuşkusuz. Ancak aşk’ı sahiplenmekle onarmaya başlarız yıkık yanlarımızı. Varsın bir “Karacaoğlan Hastalığı” sarsın bedeninizi. Aşkla iflah olmayalım, ne çıkar:
“doktorlar karacaoğlan hastalığı demişler
nerde güzel görse orda
iflah olmamış bir daha
aşk hep ulaşılmazlıkla beslenir” (s:33)
Genel anlamda insan sevgisiyle çalkalanan bir okyanustur su vakti’yle imlenen. Barış, dostluk, kardeşlik, paylaşım gibi kavramlar yara almışsa, yaşam tümüyle kirlenmişse vay halimize! Böyle bir ortamda tek kişilik mutlulukların sözü edilemez doğal ki. Gayrı ‘Suyu suyla yıkamak’ denli önemlidir, insan denizinde atılacak her kulaç:
“yeni bir hayat değilse kurulan
aşk değilse, sevda çekmek değilse
yoksulluğunu anlatmaktan başka
bir başına ve uzaklarda ne yapsın şehir
yüzüstü bırakıp gelmişsin öyle” (s:13)
İşte burada ‘su ortaklığı’ndan söz edilebilir. İnsan denizini damla damla gözden geçiren bir ortaklıktan... “taşın sözü / incitince suyu” (s:47), toplu kalkışmanın erdemiyle savunmalıyız varlığımızı. Yine bu noktada Şairin Elleri’ne dikkat etmeliyiz haritayı yönüne koymanın ciddiyetiyle:
“ellerini seyretti sadece
hayat, yeryüzü ve kardeş” (s:38)
Ne zaman mı anlarsınız şairi? Sorunların ortasında derin uykunuzu terk edip bir gecelik uykusuzluğun huzursuzluğunu duyduğunuz zaman. Evet, şair sözü yalandır! Bir gecelik uykusuzluktan söz ediyorsa, sakın inanmayın! Her gün uykusuzdur o aslında . Siz daha gitmeden yorgun argın geliyordur bir yerlerden:
“ne derseniz deyin
kutsal kitaplar ne derse desin
bir dağ gibi büyüsün istiyorum huzursuzluğum
bu geceki uykusuzluğumu ona ayırıyorum” (s:61)
Sesini duyar gibiyim Su Vakti yolcusunun:
“yağmurla gittim
uykudaydı dünya”(s:76)
________________________
(*) Beni Nereye Götür – Hayrettin Geçkin, Artshop Yayıncılık, 1.basım, Eylül 2007
(**) Su Vakti – Hayrettin Geçkin, Yeryüzü Yayınları, 1.basım, Haziran 2007
|