Yaşam alanlarının sınırlanması neyi anlatır size? Giderek çölleşmeyi, değil mi? Eh küresel ısınma böyle giderse uzayın sevimli mavi portakalının sonu yakın demektir! Pekiiiii, bir insanın çölleşmesine ne gibi tanımlar getirirsiniz?
Çok uzatmayın canım, o insanın da yaşam alanları sınırlanmıştır boydan boya. Beslenme, barınma ve üreme güdüleri yanında başka boyutlar da vardır hesaba katılan. Kısaca insan doğasına aykırı her durumdur onu kuşatan ya da kısıtlayan. Sahi, biz giderek çölleşiyor muyuz acaba, ne dersiniz?
Hayriye Ersöz, Suyu Dinleyen Çöl(*) yapıtında şöyle bir sonuca varıyor kendi payına:
"Acılara secde etmediğim için çöl oldum." (s:7)
Acılara secde etmemek ve çölleşmek, garip değil mi? Neymiş acıların içini dolduran şeyler? Şair bu, gizini bağışlamaz ki hemen! Ara ki bulasın:
"…… Biri vardı ve kukla oynatmaya bayılıyordu ...
Yine de kimse ona kuklacı demiyordu.
Ben dedim! ..
Dedim ve iplerimi çözüp eline verdim.
O da renkli giysilerimi istedi benden...
Bütün verilenler gibi minnet kokuyordu zaten sevmemiştim"(s.8)
Yanlışlıklar çerçevesinde doğru bir yerde durmaya çalışıyor Ersöz tüm olumsuzluklara karşın. Kuklalaşmak, robotlaşmak, tekdüze bir yaşam biçimini olumlamak ona göre değil. "Acılara secde etmek" yakınmasında belli ki yapay bir şeyler var omuzlarına yükletilen. Yani birileri öyle istediği, öyle buyurduğu için, sözde yaşama sevinci diye belletilen 'secde'ye yönelik yanlış giysiyi çıkarıp atıyor bir çırpıda. Kuklacının iplerinden, yani dayatma bir yazgıyla karşı karşıya bırakan sıyırıp atıyor kendini. Ancak yalnızlığına bir çare bulamıyor. Yabancılaş(tır)ma olgusuna karşı sıfır noktasından başlayarak direnmek gerekli. işte o başladığı yerde çöl kokusu var. Yoksunluk diz boyu ... ikinci bir ses, bir karşıcı yok ne yazık ki! Üstelik kadınsal bir yalnızlık bu. Oldukça farklı bilinenden. iki, üç kat daha yalnız ... Öte yanda kumları eşeleyen bir erkek sesi duysa da çöldeki asıl mahkumun dileği farklı.
"Sen / Bir / Gürültü / Bekliyorsun / Ben / Gürül / Gürül / Akan / Bir / Su" (s:12)
şeklinde çiziliyor farklılığın altı. Demek ki ilişkiler su tadında akmıyor. Özellikle erkek doğasıyla kadın doğası arasında derin uçurumlar giz. Yabancılaşmanın genel seyrine bakarsak, insanı çatlatan ağır bir uyku hali ile karşılaşırız. Zamanı esneye es neye tüketmektir işimiz gücümüz. Dünyada her şey hızla tersine dönerken duvar saatinin porseleni çatlıyor sözüm ona:
"Porselen çatladı
Bu sessiz odada bu tik'taklarla...
Dünya yeniden doğuyor her sabah
En kahraman değil miydim yoksa?
Kandırmayın kendinizi... işte uyuyorsunuz
Bir duvara çakılı benim gibi.
Övünsün yelkovan hamaratlığıyla" (s.17)
Uyku da uykuya benzese bari. Ne gezer!.. Ah, o "
uğursuz yas çanları"! .. Ağıtlarla, acılarla yaşama alışkanlığı!. .. Şairin itirazı patlayıverir bu noktada. Nasılsa "
suyu bekleyen çöl"dür. Yitirecek bir şeyi yoktur geride. Yağmuru da, rüzgarı da çekip gitmiştir danışıksız. Ve her kadın "yasak bir mağaraya inen yolun ağzında" bir ışık özlemiyle buluşur karşı cinsiyle.
'Aşk'tır o ışığın adı.
"Yolunu arayan her kadın o mağarayı bilir" (s:23) şeklinde özetlenir adresi. Uğultusu tene bulaşan bir mağara:
"O mağarada adının yankısını
Bir kez olsun duymayan kadın
Öpülecek yerlerini
Çağlayanın döküldüğü eskimiş taşlarla sınadı
Ateş rengini sürdü yüzüne.
Ten acısı uğuldadı." (s. 26)
Ten acısı, bedeli bir ömürle ödenen diyetin karşılığıdır. Ölümcül çelişkilerle dikilir yoluna. Böler, parçalar; kişilik çatışmasına dönüşür yüzleşmeleri:
"
Biri sessizliğe üşümeyi öğretiyordu
Diğeri aynaya bakmaya zorluyordu onu." (s:29)
Belki birinci sese özgüdür
"Hırpalanır, yorulursun büyük durumlar yaratır aşk ... " (s:28) uyarısı. Ama "
ten bir daha susmayacak." (s:24) denmişse kararlılık sürecektir "
büyük yangın"a doğru.
"
Büyük aşk yaşanmadı daha
Büyük yangın, büyük acı
Bekliyor" (s:31)
dizeleri kazınmış olmalıdır mağara girişindeki bir kayanın ayasına. Sonrası malum! ... Yaşama sevincinin kısıp kaldığı, aşk kırgınlığının gıcırdayan seslerle anlatıldığı o iki dizeyi okuyun da sarsılmayın:
"içimde çocukları dökülmüş
Atlı kanncalar dönüyor" (s. 33)
Aslında "yok aşk"a uğramıştır. "
Hayata eklendiği yerden"(s:36) tutunmak zorundadır. Asıl çölleşme aşk anlayışında ortaya çıkar. Odalarda biriken kum taneleri gibi!... içindeki çocukların bastırılmış sevincinden dünyanın geniş avlusuna vuran o gölgeye değin yapayalnızdır şair:
"Dünyanın avlusunda gördüm
Aşk yanmı.
Ölümsüz yanmı. işte soyunuyorum sana
Bir kadının soyunurken çıkarttığı sesi
Duy. Rüzgar otlara diz çöktürüyor!
Rüzgar elledikçe
En koyu yeşilini açıyor otlar.
Ah... odalara sığmaz kadınların çıplaklığı
Rüzgardan kadınlar, savururlar savrulurken! (s. 38)
Dikkat ederseniz sorun iletişimsizlikten kaynaklanıyor. Duy sözcüğünün ayrıksı bir şekilde kullanılması, aşkın yakıcılığı karşısında umursanmayan bir, durum olduğunu ortaya çıkarıyor. Tüm iyi niyete ve yenilgi tanımayan dirence karşın öteki'nin kavranması güçleşmektedir. "Ölümsüz yarım"dan büyüttüğü çiçeklerin alıcısı yoktur ne yapılsa.
"
Çiçek satıcı bir kadınım. Üzgün
Bakıyorum gül almayan sevgilime" (s:39)
burukluğu yaşanırken, tıpkı saatin porselen kabının çatladığı gibi benlik aynası da kırılmaktan korkmaktadır bu dehşetli vurdumduymazlık karşısında. Yıkıntının boyutu hayli geniştir aldığı yaraya bakılırsa. Ancak bezginlikten, yılgınlıktan söz edilemez kolay kolay. Hüznüne delicesine bağlanır
"
Görsün bendeki göz
Alnıma saplı bıçağı
Gittim...
O yıkıntıda bıçağımı okşadım" (s:47)
dizeleriyle. Tanrı "
sessizliği seçmiştir" zaten onca acıya dayanamayıp. Yazgısını yükleyip yitivermiştir ortalıktan. Çöldeki son umut da erimiştir böylece. Çölün diliyle yararın dili özdeşleşir; özdeşleşmek zorundadır zaten düşle gerçek arasında
"Ses yoktu. Acı daim olacak, dedi yara." (s:53)
Taşın dili de katılır bu koroya ya da taş kesilmiş acının:
''Taşın yanık yüzüne sürtündü tuz
Gitmeyi uzun zamandır bekliyordu
Kuşların tüyleri gibi rüzgarda uçabilmeyi
Çok ağırım, dedi taş
Oysa ne büyük çabadır bir taş için
Başka bir kıyı düşlemek... "(s: 54)
Asıl sınav "sözün yırtıldığı yerden başlar"! Çölün' 'dili ,verili 'dille uyuşmamaktadır bir türlü. Ağrılı da olsa kendine özgü yöntemiyle deneme/yanılma duraklarından geçerek - gerçekliği kavramada yeni bir açar edinir. Söz bir kez yırtılmayagörsün, neler neler dökülür ortaya! Zalim yıkıcılar cehenneme çevirmiştir dünyayı. "Kimi evlerin bacalarından Noel baba düşlerken i Çatılarından bomba düşen yeryüzünün
diğer çocuklarına" (s:59) önsözüyle adadığı Hız şiirinde varılan sonuç bayağı ürkütücüdür:
"Hazinesini yitirdiğinde söz
Senin de cinlerin çıldırır" (s:59)
Çocukların kanadığı yerde bireyselden çıkıp toplumsala karışır çölün dili. içsel diyaloglarda yansıyanlar giderek olağanlaştırdığımız evrensel acıları, görmezlikten geldiğimiz barbar görüntüleri şair duyarlığıyla süzerek getirir önümüze:
"Şu arabalar neyi çekiyor, şu tahta ayaklı atlar?
- Cesetleri ...
Şu adamlar neyi arıyor, elinde yarası?
- Mermisini...
Ama bu insanlar nereye gidiyor
Gözlerinin cevheri solmuş
Örtüleri nerede, kalpleri görünüyor!
Kim utandırdı hayatın köklerini
Yeri ve günleri yaralayan kim?!.." (s:61)
"Her acının bir ömrü" olduğuna inanan şair, yüzünü yaşadığı çağa çevirmeyen meslektaşlarını iğnelemeden geçemez. Sanat bilinciyle sorumluluk bilincini birlikte göreve çağırır. Ama bir şeylere gecikildiğinin farkındadır. Bağışlanmazlığın vicdani sorumluluğunu, utancını da ekleyerek:
"Ben geldiğimde bozgun
Bütün mevsimlere uğramıştı
Siyah külleri ve yaşlı çocukları vardı şehirlerin.
Geç kalan şair için çadırımız yok, dedi onlardan biri
Acı, gölgesini bıraktı yüzümüze. Ve gitti
Dönecek ama
Yeni sözler öğretecek dilimize.
Orada kimsenin giymediği bir elbiseydi umut,
Ölüm yaşamdan çoktu." (s:63)
Ersöz, kuklacının verdiği giysileri çıkarıp attıktan sonra, yaşam>ölüm inancıyla umut giysisini giyerek sanki ateşten bir gömleği geçirmiştir bedenine. Tanıklığı yakıcıdır. Üstelik şiir şiir titrediği çocukların tanıklığıyla çakışmıştır istemeden. Acıya ömür biçen "yaşlı çocuk"larla burun buruna gelmiştir. Irak'ta, Filistin'de, Lübnan'da, yalınayak yıkıcılarla boğuşan zamane çocuklarıdır onlar. Bire bir içindedirler her dehşetin. Çıplak gerçeklik boylarından büyük acılar yüklemiştir onlara. Artık kimse aksini söyleyemez, pembe masallar anlatamaz paramparça olmuş minik yüreklere. Masalcıyı sorgulamanın tam zamanıdır:
"Sahrayı bilen bir at gizledin
Kendin için bir at, öyle mi? ..
Avuçlarında peygamber taşları. ..
Sahranın dokuz canlı ateşinden geçeceksin
Büyü... büyü!.. Şimşeklerin boyu kadar
Uzağına yetsin elin...
Esenlikler evine gir!..
O çukurda
Denizci Simbad'ın gemisi yandı!..
Darüs Selam (*) kuruluna kadar
Masal anlatamazsın."
(*) Darüs Selam (Esenlikler evi): Bağdat'ın ilk adı."
Suyu Dinleyen Çöl'ün dili döndükçe son bulur tüm eğretilikler. Sözün kavkısına kırıp ona yeni anlamlar bağışlayan bir semazen vardır içinde. Şair, hem kadın kimliğine yapışan yapay anlayışlardan kurtulur, hem de genel insani değerleri başat kılan bir iç huzura kavuşur. Yarasının derinliğine nüfus etmeyi başarmış, kendine gelmeyi becermiştir:
"Elleri göğsünde bir Semazen bakıyor
Aynadan. Işığın uçlarını bileyliyor.
Kalbi kor gibi yanmalısın, dediğinden beri
Yara neredeyse orada dönüyor Semazen" (s:75).
Ersöz, bu dönüşten ışığa kavuşmuş olarak çıkar. Artık donandığı ışığın kesin uçlarıyla dokunur her karaltıya. Yaşadığı kötü deneyimler
"Aslında ben sizi görmedim
Siz de beni tanımadınız" (s:79)
bağlamında sevimsiz bir süreç olarak kalır belleğinde.Suyu Dinleyen Çöl'le Arkadaş Z. Özger 2006 Şiir Ödülü'nün sahibi olan Hayri Ersöz, ilk yapıtıyla şiir adına çok önemli biri adımın muştusunu duyuruyor bize. Dile egemenliği ve üslup sağlamlığıyla dikkati çeken Ersöz'ü, 2004'te gerçekleştirilen Adnan Yücel Şiir Ödülü'nde ön sıralarda puanlamıştım seçici kurulu üyesi olarak. Bu konuda doğru saptamada bulunmak ayrıca heyecanlandırıyor beni. Kuşkusuz süreklilik diliyor ve arkasını bekliyorum. Suyu Dinleyen Çöl'ün dilinden kopmadan tabii!..
(*)
Suyu Dinleyen Çöl - Hayriye Ersöz, Mayıs Yayınları, 1.basım, Kasım 2006
MÜHÜR / Sayı 13 / Mart - Nisan 2007