Şiir akademisi logo
Şairler Şiirler menü Öyküler
Fakir Baykurt Öykü Yarışması - Sarıyer Belediyesi Fakir Baykurt Öykü Yarışması sonuçlandı - Tanpınar Şiir Yarışması’nda Sonuçlar Açıklandı - 9. Aşık Mahzuni Şerif Beste Yarışması başlıyor - Dicle Koğacıoğlu Makale Ödülü 2017 - Bornova Belediyesi Şiir Yarışması - GİO 2017 Roman Ödülü - Sunullah Arısoy 2017 Şiir Ödülü Hüseyin Atabaş’ın - Gençlerden Atatürk'e Mektup Yarışması - "Attila İlhan Edebiyat Ödülleri" başvuruları başladı -
Yazar: Hikmet KURTER
Öyküleri - Öykücünün Hayatı

TOPRAK YOL KIYISINDAKİ EV

            Ayvacık’tan otuz üç, Behramkale'den on yedi kilometre uzaklıktaki bu köy, bir dağ yamacının altına adeta gizlenmiş, saklanmış bir koydadır. 
            Karşısında boylu boyunca Midilli Adası uzanır.      
            Tâ uzaklardan, yükseklerden köyün büyülü görüntüsü ile karşılaşanlar öyle şaşırır, öyle afallar, öyle allak bullak olurlar ki, önlerindeki bu eşsiz güzelliği bir süre hiç kıpırdamadan seyretmekten kendilerini alamazlar. 
            Tepeden aşağıya kıvrıla kıvrıla inen, üzerinde yer yer oyuklar, derin çukurlar açılmış asfalt şose, sahil boyundaki -kenarında otuz kırk kadar evin sıralandığı- toprak yolu diklemesine keser.            
            Toprak yol kıyısında harap mı harap, eski mi eski, bakımsız mı bakımsız baykuşların, yarasaların yuva yaptığı virane bir eve rastlanır.       
            Evin çatısı martı dışkılarından geçilmez. Kir, toz içindeki camların çoğu kırıktır. 
            Kurumuş yosunlar pervazlara takılı kalmış, uçuşan kumlar pencere altlarında birikmiştir. 
            Kuvvetle esen rüzgârın duvara çarpa çarpa paramparça ettiği bir panjurun kalıntısı orta yerde durmaktadır. 
           Uzun zamandır yanına uğranmayan, korkunç bir yalnızlık içindeki bu evin sahibi kendini insan hayatını kurtarmaya adamış bir doktordu. İstanbul'da bir hastanede çalışırdı. Eşi, kızı ve oğluyla birlikte gösterişsiz, sakin, mutlu bir ömür sürerdi. 
            - Peki ama ne oldu ne bitti, başına ne geldi de sağlık ordusunun bu kendi halinde yaşayan neferi Midilli Adasının tam karşısındaki evini böylesine harap, böylesine yıkık, böylesine perişan bir halde yüzüstü bırakabildi? diye soracak olursanız, ben de size, 
            -Tahmininizde yanılmadınız, toprak yol kıyısındaki ev durup dururken terk edilmedi, karşılığını veririm. 
             İsterseniz, sözü daha fazla uzatmadan, bu çetrefilli konuyu terkedilmiş evin sahibinin geçmişine, eski günlerine giderek anlatmaya başlayalım: 
            Çocukluğu, ilk gençliği yeşillikler arasında bir tren istasyonunda geçmişti doktorun. Babası demiryolcuydu. 
            Hayata atıldığından beri, bir daha görmeye fırsat bulamadığı çocukluğunun o saf, o bakir, o otları çiğnenmemiş çayırlarını, çimenlerini, kırlarını bir türlü aklından çıkaramamıştı. 
            Yıllar boyunca içinde depreşen doğa özlemini, doğa sevgisini biraz olsun dindirebilmek, yatıştırabilmek için yaşadığı apartman dairelerinde saksılarda çiçek yetiştirmişti, ama saksıda büyüyen menekşeler, sardunyalar, yabangülleri kırda bayırda pıtrak gibi bitiveren şebboylar, gelincikler, katırtırnakları, zakkumlar, dağ çilekleri, devedikenlerinin yerini tutmuyordu ki!.. Toprak ananın kucağında açan çiçeklerin, bitkilerin kokusu, aroması, rayihası başkaydı, bambaşkaydı. 
            Emekli olduktan sonra, artık düşlerinde görebildiği o yeşillikler içindeki tren istasyonuna benzer bir yerde orta yaşlılığını, yaşlılığını geçirmek, toprağa, suya düşen bir yağmur damlası gibi, orada sonsuzluğa karışmak istiyordu. 
            Üstelik bu isteğini yıllardır,  
            - Bir emekli olayım, bu kenti arkama bakmadan bırakıp uzaklara, çok uzaklara kaçacağım, diye dünya âleme ilân da ediyordu.  Kapağı atacağım, sığınacağım yer nasıl bir yer olacak, biliyor musunuz?  Denizin mavisi ile doğanın yeşilinin kucaklaştığı, eşeklerin anırdığı, kelebeklerin uçuştuğu, arıların vızıldadığı, kuşların ötüştüğü, martıların çöplük eşelemeyip nevalesini denizden çıkardığı bir yer olacak.        
            Hayatı belirleyen, hayatı değiştiren rastlantılardır kimi zaman. 
            Eşi, kızı ve oğluyla ailecek tatile çıktıkları sırada arabalarıyla köyün tam tepesinden geçmişler, o güzel görüntü karşısında büyülenmişler, ışığa koşan pervaneler gibi soluğu asfalt şose ile toprak yolun kesiştiği köy meydanında almışlardı. 
            Geceyi geçirebilecekleri yer olup olmadığını sordukları köylüler kendilerine pek yüz vermemişlerdi ilkten. 
            Sonunda Kaptan'ın Pansiyonu'nda kalabilecekleri bir yer bulabilmişlerdi. 
            Gece boyunca testekerlek ayın şavkı denize vurmuş, o derin sessizliği yalnızca dalgaların hışırtısı bozmuş, gökyüzündeki yaramaz yıldızlar da hiç ara vermeden göz kırpıp durmuşlardı. 
            Dört kişilik aile sabahleyin mutluluktan esrimiş bir halde yataklarından kalktılar, aralarındaki kısa bir konuşmanın ardından burada birkaç gün daha geçirmeye karar verdiler. 
            Kaldıkları pansiyonun sahibi kızını evlendiriyordu o sırada. Sanki peri padişahının kızı evleniyormuş gibi üç gün üç gece sürdü Kaptan'ın kızının düğünü. Tencere tencere et, pilav, fasulye, aşure dağıtıldı konuklara. 
            Çingene çalgıcıların çalıp söyledikleri, hele altın dişli gırnatacının çalgısından çıkan hüzünlü sesler uzun süre kulaklarından silinmedi doktorun. 
            Günler geçtikçe mavi gözleriyle çevresine gözlüklerinin üstünden bakan, ince uzunca boylu, kır bıyıklı adamın hekim olduğu kulaktan kulağa yayılmıştı. 
             Ona artık daha sevecen, daha saygılı tavırlarla yaklaşan köylüler ayaküstü söyleşirken, fırsat bulduklarında ağrılarından, sızılarından, hastalıklarından söz ediyor, nasıl şifa bulacaklarını soruyorlardı. 
            Doktor da hiç sıkılmadan, yüksünmeden yakınmalarını dinliyor, elinden geldiğince, dili döndüğünce sağaltıcı ilaçlar öneriyordu onlara. 
            Gene köy kahvesinde oturdukları bir sırada, muhtar başını ellerinin arasına alarak, 
            - Ah, Doktor Bey, ah! diye içini çekti. Görüyorsunuz, yoksul insanlarız biz. Varımız yoğumuz birkaç evleklik toprak parçası. Arazilerimize ektiğimiz patates, soğan, fasulyenin verdiği ürün geçinmemiz şöyle dursun, evimizin ihtiyacını bile karşılamaya yetmiyor. Bizim şehirlere gidip de doktor doktor, hastane hastane dolaşmaya gücümüz takatimiz yok. İyi ki köyümüze geldiniz de dertlerimize derman oldunuz. Çok iyiliğiniz dokundu bize. Ama pek yakında gidecek bir daha da buralara uğramayacaksınız. 
            Mavi gözlü doktor,     
            - Yok canım, sizi unutmak mümkün mü? dedi. Kısmetse gelecek yıl gene geliriz. 
            Kısa boylu, beyaz saçlı, ince bıyıklı, buruşuk suratlı bir adam olan Yapı Ustası Hüseyin Ağa, 
            -Doktor Beyin köyümüzle bir bağı bağlantısı olsa, ne bileyim, şöyle bir arsası, arazisi olsa, her daim gelir gider, ayağı kesilmezdi, amma... diye lafa karıştı. 
            Muhtar düşünceli düşünceli dazlak kafasını kaşıyarak, 
            - Doğru söylersin be Hüseyin Ağa, dedi.  
            Doktorun sıkıntısı yüzüne vurmuştu. Gürültüyle soluk alıp verdikten sonra, 
            - Şey... Aslında ben de buradan bir yer almak isterdim, sözleri döküldü ağzından. 
            - Öyle mi?.. Tam size göre, kelepir bir yer var. Bir bakın isterseniz. Hatta bana sorarsanız, fazla sallanmayın, elinizi çabuk tutun derim. Belli mi olur? Çıkar biri, basar parayı, kapatıverir arsayı.  
            Muhtarın kelepir dediği yer, toprak yol kıyısında, denizi öpecek kadar yakın bir arsaydı. Ama istenen bedeli verebilmek için insanın enikonu para pul sahibi olması gerekiyordu.  
            Kır bıyıklı doktor nesi var nesi yok sattı savdı, buldu buluşturdu, parayı denkleştirdi, arsayı aldı. 
            Arsanın yeni sahibinin karşısına bu kez Hüseyin Ağa dikildi. 
            - Doktor Bey, sen şimdi acele eder, aldığın arsanın üzerine bir an önce evini kondurmak istersin. Ancak uzak yerlerden, ne bileyim, tâ şehirlerden buraya işçi, usta getirmeye kalkarsan, astarı yüzünden pahalıya gelir. Evim ucuza çıksın diyorsan, yapım işini bana bırak.    
            Çiçeği burnunda arsa sahibi, 
            - Zaten ben de param yabancıya gitmesin, köylünün cebine girsin diye düşünüyordum, dedi. Madem yapım işini üstlenmek istiyorsun, tamam, verdim gitti. 
            Bu konuşmanın ardından yapı ustası bir yıl boyunca kum dedi, çakıl dedi, çimento dedi, demir dedi, kereste dedi... Durmadan para istedi. Doktor da gıkı çıkmadan istenen paraları gönderip durdu. 
            Ertesi yıl köye tatile geldiklerinde bir de ne görsünler? Yapının temeli daha yeni atılmamış mı? 
            Doktor olan biteni sorgulamaya kalktığında da Hüseyin Ağadan neler işitmedi neler? 
            Fırtınalar mı kopmamış, yıldırımlar mı düşmemiş, yağışlardan yollar mı kapanmamış?..  Daha bunlara benzer, ipe sapa gelmez bir sürü bahane, martaval, estek köstek... 
            Ama gene de bozuntuya vermedi, anlamazdan geldi. 
            Aralarına girdiğinden beri bir kısım köylünün birbiri ile dargın, kırgın olduğunu öğrenmişti. Küskünlüğün nedeni, vakti zamanında babaların daha yukarılardaki verimli, bitek tarlaları oğullarına, deniz kıyısındaki kıraç toprakları da kızlarına vermeleriydi. 
            Gel zaman git zaman, köprülerin altından çok sular aktıktan sonra deniz kenarındaki tuzlu çorlu araziler tepedekilerden daha değerli, daha kıymetli hale gelince erkek ve kız kardeşlerin arasından kara kedi geçmişti. 
            Kır bıyıklı doktor, aralarını bulmak için az çabalamadı, az koşmadı peşlerinden. Hem de ne koşma
Ama, Nuh deyip peygamber demiyor aralarındaki dargınlığa son vermeye yanaşmıyorlardı. Bütün çabaları boşa çıktı arabulucunun.      
            Doktor gene on beş gün kaldı köyde. Ama fırsat bulup da doyasıya denize giremedi, güneşlenemedi. Suya şöyle bir girip ıslanarak çıkıyor, sonra heyecanla, istekle köylülere koşuyordu. Dağ taş demeden en ücra, en ulaşılmaz yerlerdeki evlere kadar tırmanıyor, yanında getirdiği çanta dolusu ilacı hastalara dağıtıyordu. 
            On beş günlük tatillerinin sonunda ailecek geri döndüler. 
            Yeni yılın başlarında da müjdeli haber geldi. Ev bitmişti. İzin aldı, evini görmeye koştu. 
            Çatısı, bacası, balkonu, bahçesi ile görenlere parmak ısırtan iki katlı bir saray yavrusu çıktı karşısına. Üç ev parasına mal olmuştu, ama değmişti. Köyde böyle bir ev, böyle bir villa yoktu. Bir gören bir daha bakıyordu. 
            Hemen tatlı tatlı hayaller kurmaya başladı. 
            Artık emekli olmanın zamanı geldi. Pranga mahkumu değilim, ya!  Veririm dilekçemi, olur biter. Bu yaz tası tarağı toplar, buraya yerleşirim. Ah, neler yapacağım neler?.. Atlayacağım bisikletime, basacağım pedalına, basacağım pedalına, dağ  tepe dolaşacağım.  Yorgun düşünce de yokuş aşağı köye döneceğim. 
            Deniz kıyısında yaşadığıma göre, elim mecbur. Balığa çıkacağım. Öyle motorlu tekne ile değil, kürekle. Suların şıpırtısını dinleye dinleye açıldıkça açılacağım, açıldıkça açılacağım... Denizin enginliğinde huzur bulacağım, dinginleşeceğim, arınacağım. Varsın ellerimin, avuçlarımın içi kürek çekmekten şişsin, su toplasın. Ne gam, ne keder!.. 
            Önümüzde upuzun uzanan şu Midilli Adasına karşı masamı kuracağım. Bir yandan zeytinyağlı kabak çiçeği dolması yerken bir yandan da köpek öldüren Marmara Şarabı ile kafayı çekeceğim. Dünyanın derdini, tasasını, sıkıntısını unutmaya çalışacağım. 
            Uygarlığın nimetleri yok bu köyde.  Ekmeğimi ya bir gün önceden alacağım ya da Ayvacık'tan öğleye doğru gelmesini bekleyeceğim. Başka çarem yok. 
            Galiba biraz da mahpus olacağım burada, ama olsun. Gönüllü bir mahpusluk olacak benimkisi. İstenmiş, seçilmiş bir mahpusluk.   
            Zaten ne zamandan beri maceraya, gürültüye, insan kalabalığına katlanamıyordum. Fırtınalara kapalı bir limana sığınan bir gemi gibi sessiz, sakin, dingin bir ömür süreceğim köyümde. 
            Köylük yerde toprakla uğraşmamak olur mu? Türlü çeşit ağaç, bitki yetiştireceğim. Karda, kış kıyamette diktiğim bir fidanın baharda tomurcuklandığını, filizlendiğini görünce mutluluktan kim bilir ne hale geleceğim?                                                                                                                                                                            

              Mavi gözlü doktor artık emekliliğine gün sayıyor, bir süre sonra kavuşacağı  köy yaşantısı için kendince birtakım planlar, hazırlıklar yapıyordu. 
            Bir gün çalıştığı hastaneye mahkeme çağrısı geldi. Çağrı kâğıdını okuyunca gözlerine inanamadı. Köydeki eve kaçak kat çıkmaktan sanık değil miymiş meğer? 
            Yargılama sırasında,   
            - Benim hiç kusurum, kabahatim yok. Yapıyı ben yapmadım ki... Ben yalnızca benden istenen paraları gönderdim, hepsi o kadar, dese de üç ay hapis cezasına çarptırılmaktan kurtulamadı; ama cezası ertelendi. 
            Bütün kötü gidişatın, kaçak yapılaşmanın günah keçisi olmak onu öylesine üzmüştü ki...  Yüreğini asıl dağlayan da, o çok sevdiği köylülerin kendisini şikâyet etmiş olmalarıydı. 
            Yüreği yaralı doktor, kenti bırakıp kentten kaçıp hiç bir yere gidemeyeceğini, hiç bir yere sığınamayacağını geç de olsa anlamıştı. 
            Mahkemenin kararından sonra toprak yol kıyısındaki evin sahibinin yüzünü bir daha gören olmadı.


Hikmet KURTER

 
Şiirakademisi ticari amaç gütmediği için ürünlere telif hakkı ödemez. Ürünlerin telif hakkı yazarına aittir.
5846 Sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Yasası uyarınca, ürünler site yönetiminden ve yazarından izinsiz kullanılamaz.  
Bebek Giyim - Toptan Oyuncak - web tasarım
Şiir Akademisi - Ana Sayfa