Şiir akademisi logo
Şairler Şiirler menü Öyküler
Fakir Baykurt Öykü Yarışması - Sarıyer Belediyesi Fakir Baykurt Öykü Yarışması sonuçlandı - Tanpınar Şiir Yarışması’nda Sonuçlar Açıklandı - 9. Aşık Mahzuni Şerif Beste Yarışması başlıyor - Dicle Koğacıoğlu Makale Ödülü 2017 - Bornova Belediyesi Şiir Yarışması - GİO 2017 Roman Ödülü - Sunullah Arısoy 2017 Şiir Ödülü Hüseyin Atabaş’ın - Gençlerden Atatürk'e Mektup Yarışması - "Attila İlhan Edebiyat Ödülleri" başvuruları başladı -
Yazar: Hikmet KURTER
Öyküleri - Öykücünün Hayatı

BEN SPORCU DEĞİLİM

            Bir zamanlar işim gereği Eskişehir’e gidip gelirken bütün yolculuklarımı İstan­bul- Ankara arasında işleyen “Mavi Tren” ile yapardım.
            Aynı hatta gide gele, gişedeki memurdan trendeki kondüktöre değin, hemen hemen bütün görevlilerle tanış olup çıkmıştım. Öyle ki, birbirimize adıyla seslenecek,  hâl hatırını soracak kadar yakınlaşmıştık.
            Aramızdaki bu tanışıklık, zor zamanlarda imdadıma yetişmiyor değildi.
            Uzun tatiller öncesi ve sonrasında, trende hiç yer kalmamışsa, trenci dostlarım ne yapar yapar bana bir “restoran bileti” bulurlardı.
            Sakın restoran bileti de neymiş diye deyip geçmeye, dudak bükmeye kalkmayın. Biz Türklerin kıvrak zekâmızla dünyaya hediye eylediğimiz parlak buluşlardan bi­rincisi “dolmuş ise, ikincisi kesinlikle “restoran bileti”dir.
            Trenin hıncahınç dolu olduğu bir gündü. Sanırım, bir cuma günüydü.  
            Haşhaşlı ekmek, yoğurt, simit satmak için yırtınan satıcılar, trene binme telaşı içindeki yolcuların arasın­dan geçerek restorandaki bir masaya oturmuştum.
            Uzun boylu, zayıf, kırmızı şapkalı bir hareket memurunun öttürdüğü tiz düdük seslerinden sonra tren hareket etti. Aylardan hazirandı. Hava da öylesine sıcak, öylesine boğucuydu ki.
            Sıcaktan bunalmış bir halde oflayıp puflayarak çevreme bakınıp durur­ken tam karşımdaki masada ağzını şapırdata şapırdata, iştahla  yemek yiyen şişman, tıknaz bir adam gözüme takıldı.
            Şişman adamın önündekileri gövdeye indirişini izliyor, bir yandan da, “insanlar yemek yemek için mi yaşa­malı yoksa yaşamak için mi yemek yemeli” diye kendi kendime felsefe yapıyordum ki, yir­mi yaşlarında, atletik yapılı üç gencin masama oturduklarını gördüm.   
            Daha ilk anda duyduklarımdan, karşımdakilerin İstanbul'a maç yapmaya giden bir futbol takımının oyuncuları olduğunu öğrenmiştim.
            Üç delikanlı, gençliğin verdiği o delişmenlik, o pervasızlıkla kimselere kulak as­madan kendi aralarında yüksek sesle konuşuyor, gülüşüyor, şakalaşıyorlardı.
            Spor yapmayı, hele hele futbol oynamayı ne çok isterdim.
            Düşünüyorum da, futbolu çocukluğumda bile becerememiştim.
            O zamanlar stadyuma yalnızca büyükler giderdi. Biz çocuklara da radyonun çevresine dizilerek maçı dinlemek kalırdı. O yıllar, radyo yıllarıydı. Şimdiki gibi televiz­yonun karşısına kurulup maç izlemek nerde?.. Maçın bitiminde hemen sokağa fırlar, mahalle arasında maç kurardık. İyi oynayamadığımdan diğerleri beni hep kaleye ge­çirirlerdi. Kalede de akıl almaz goller yiyince, maçtan sonra duvarlara tebeşirle çizdik­leri kova resimlerinin içine adımı yazarlardı.   
            Düşüncelerimden sıyrıldığımda, gözleri kan çanağına dönmüş bir garson es­neye esneye masamızı temizliyordu. Belli ki, dün geceyi de çalışarak geçirmiş, uyu­maya fırsat bulamamıştı. Vagonun sarsıntısından bir o yana bir bu yana sendeliyor, güçlükle ayakta durabiliyordu. Esnedikçe eliyle ağzını kapatması, çürük dişlerinin gö­rünmesini engelleyemiyordu. İşini bitirdikten sonra kırık, bezgin bir sesle,
 -Bir arzunuz var mı beyler?  diye sordu.
            Gençlerden ufak tefek, alabros tıraşlı, esmer, çekik gözlü olanı,
 -Rakı, dedi.
 -Yanında yemek olarak ne istersiniz?
 -Peynir, domates, kavun.
            Yorgun yüzlü garson,
 -Bu mevsimde kavun ne arasın efendim, diyecek oldu.
            Saçları usturaya vurulu, iriyarı, kalın kaşlı bir diğeri, bas bariton sesiyle ortalığı çınlattı:
 -Meyve olarak ne varsa getir, masayı kafana göre donat işte.
            Güneş batmak üzereydi. Başımı avuçlarımın arasına almış, pencereden dışa­rı­yı, boz bulanık akan Porsuk'u seyrediyordum. Kış aylarında köpüre köpüre akan, yata­ğından dışarıya taşmaya çalışan, adeta çalımından geçilmeyen Porsuk, şimdi azalan sularıyla ırmaktan çok bir de­reyi andırıyor, süt dökmüş kedi gibi ağır ağır akıyordu.
            Aklım, gençlerin içtiği içkiye takılı kalmıştı. Sporcu olmakla içki içmeyi bir türlü bağdaştıramıyordum.
            İşte tam bu anda, iyimser yaradılışım yardımıma koştu. “Çocuklar haklı”, de­dim kendi kendime. “Deplasmana gidiyorlar. Saha, seyirci avantajı rakipte. Gök gürül­tü­süne benzer bir uğultunun ortasında maç yapacaklar. Maçı kazanıp kazanamaya­cakları düşüncesi delikanlıları yay gibi geriyor. Bu strese can mı dayanır? Rahatlama­ları, gevşemeleri için biraz içmeleri şart. Bir damla içkiden kime ne zarar gelir ki?”
            Karşı masadaki şişman yolcu, yemeğini bitirmiş, gençlerin konuşmalarını can kulağı ile dinliyordu ki, birden lafın ortasına balıklama daldı.
 -Demek deplasmana gidiyorsunuz... Bana sorarsanız toplu hücum, toplu savunma yapın, derim. Herhalde doksan dakika savunma ağırlıklı oynayacaksınız. Kalenizi aslanlar gibi koruyacaksınız. Asla gol atmalarına izin vermeyeceksiniz. Fırsat buldukça da kontratağa kalkarak golü kovalayacaksınız, değil mi?.. Arada bir rakip kaleyi yoklayın ha!.. Bir punduna getirip golünüzü attınız mı, iş tamamdır. Üç puanla dönersiniz geriye.
            Gençler davetsiz misafirin sözlerine gülümsemekle yetindiler. O sırada ısmarla­dıkları yiyecekler, içecekler de masaya gelmişti. Hafiften demlenmeye koyul­dular.
            Esmer, çekik gözlü futbolcu, kadehinden bir yudum aldıktan sonra elinin ter­siyle ağzını sildi:
 -Oh be, baldan tatlı şu meret. İçmeyip de ne yapılır?.. Hadi, en kötü günümüz böyle olsun!  Eee, Hamdi... Sen kadeh kaldırmıyor musun? 
 -Kim?.. Ben mi?.. Nerden çıkarıyorsun bu lafları Sinan? Bak, çoktan kaldırdım bile, dedi, usturaya vurulu kafası ayna gibi parlayan, yüzünden aptallık akan Hamdi.
            Futbolcuların sonuncusu, uzun sarı saçlı, sarkık bıyıklı, yüzü çiçek bozuğu bir gençti. 
 -İçmeden hiçbir şey yapamıyorum be arkadaş, diye söze girdi. Çıkıp top bile oynayamıyorum. Alışmışım bir kere, elden ne gelir?
            Sinan kafasını öne arkaya salladı:
 -Al benden de o kadar, Mehmetçiğim. İçmediğim günü yaşanmamış sayıyorum.
            Hamdi keyifle arkasına yaslandı, kollarını iki yana açtıktan sonra,
 -İyi de arada bir, ipin ucunu kaçırınca alkol komasına girmenize ne demeli, ha! diye kıkırdadı. Yerlerde sürünüyorsunuz da haberiniz olmuyor.
            Sinan iki numara küçük bir ayakkabı ayağını sıkmış gibi suratını ekşiterek,
 -Ya sen, ya sen... İçip içip küfelik oluyorsun. Sonra o boyunla küfelere bile sığmıyorsun oğlum, deyince makaraları koyverdiler, gözleri yaşarasıya uzun uzun güldüler.
            Mehmet at yelesine benzeyen saçlarını sıvazladı, göz pınarlarındaki yaşları parmaklarının ucuyla sildi:
 -Neyse, iyi güldük. Bakalım maçtan sonra da neşemiz böyle yerinde olacak mı?.. Geçen hafta kendi sahamızda yenilmekle başımızı derde soktuk. Kulüp yönetimi de gözümüzün yaşına bakmadan anında cezayı kesti bize. Bu maçı da kay­bedersek yandığımızın resmidir. Meteliğe kurşun atıyorum. Elimde avucumda ne varsa hepsini kumar masalarında erittim. Geleceğimiz bu doksan dakikaya bağlı. Eğer sahada avara kasnak dönüp durmaz da maçı alırsak ce­zayı unutur, üstüne bize bir de prim verirler.          
            Hamdi'nin kulak tırmalayan, o borazan gibi sesi birden buruklaştı:
 -Bende de metelik nanay! Geçenlerde Haydar'ın  bitirimhanesinde fena halde yoldular, soyup soğana çevirdiler beni. Kılıç çektik, zar attık, poker oynadık... Dinine yandığımın kör talihi, bir defa bile gülmedi, diye düşündüm baştan. Ama az biraz kafa yorunca bana kumpas kurulduğunu fark ettim. Anlayacağınız,  keriz yerine konduk.
            Sinan sırıtarak fısıldadı:
 -Ya, neydin oğlum?
            Aşağılandığını hisseden Hamdi kızgınlıkla yumruğunu masaya vurdu:
 -Sen ne dedin?.. Bir daha tekrarlar mısın?.. Pek duyamadım da.
 -Yok bir şey... Yok bir şey.
 -Bir şey söyledin ya, hadi neyse! Evet, nerde kalmıştık?.. Haa... Bir daha o kumarhaneye gidersem, ayaklarım kırılsın.
            “Bu çocukların başında kumar illeti de var ha?.. Vah vah, çok yazık, çok! Türk Gençliği nereye gidiyor, belli değil.” diye üzülüyor, oturduğum yerde kıpır kıpır kıpır­danıyordum.
            Şişman yolcu yerinden kalkmıştı. Servis tabağı ile peçetesi masada durdu­ğuna göre restoranı tamamen terk etmemişti. Yakınlarda bir yerde, bir ihtiyacını gö­rüyor olmalıydı.
            Havanın sıcaklığı bir yandan, duyduklarım bir yandan beni fena halde sıkmış, rahatsız etmişti. Biraz serinleyebilmek için pencereyi açtım. Vagonu dol­duran taze hava, bütün sıkıntımı, karamsar düşüncelerimi bir anda yok etti.
            O iflah olmaz iyimserliğim de devreye girmişti. “Gençler boş vakitlerini nasıl geçirecekler başka türlü? Oyun oynamakta çok haklılar. Ama, oyunu kumara çevir­meleri hiç de şık değil.” diyordum içimden.
            Sinan,
 -Kulüp kulüp diyorsunuz da, kanal boyunda yeni açılan kulüpten haberiniz var mı sizin? diye sürdürdü konuşmasını. Oradaki manken gibi kızları bir gör­seniz, feleğiniz şaşar.
            Hamdi merakla sordu:
 -Bu kulüp tam olarak nerede açılmıştı?
            Mehmet,
 -Kız lafını duyunca hemen üzerine atlıyorsun değil mi köftehor, dedi.
            Sinan, Mehmet’e anlamlı anlamlı bakarak göz kırptı:
 -Hamdi’nin kıza ihtiyacı mı var sanki? O, kendi haremini çoktan kurmuş bile.
            Pohpohlanmaktan koltukları kabaran Hamdi alçak gönüllü bir tavır takınmaya çalışarak,
 -Yok canım, o kadar da değil, dedi.
 -Hadi hadi, saklamaya çalışma. Biz her şeyi biliyoruz.
 -Ne biliyorsunuz ki siz?.. Hiçbir şey… Özel hayatımdan kimselere söz etmem ben. Hatta şu sıralar Ahu ile birlikte olduğumu da söylemiş olamam size…                                                
  Boş atıp dolu tutturmaya çalışıyorsunuz.
             Mehmet ağzındaki içkiyi dışarı püskürterek,
 -Nee, sen ve Ahu mu?.. diye bir çığlık attı.            

 -Ne o, beni bir şeye benzetemedin mi yoksa? Ben de bu vatanın evladıyım.
 -Sen onu geç de, Ahu’nun hangi pavyonda çalıştığını söyle bana.
            Hamdi’nin kalın kaşları çatıldı, gözleri nefretle kısıldı. Gök gürlemesi gibi kor­kunç bir sesle,
 -Sana ne, senin ne ilgin olabilir ki Ahu’yla? dedi.
 -Sadece merakımdan sormuştum. Hem ne bozuluyorsun, ne var bunda?
 -Ben senin başka kızlarla kırdığın fındıkları merak ediyor muyum?
            Uzun saçlı futbolcu yangına körükle gitmeyi seviyordu:
 -Ne pembe dudakları vardır Ahu’nun ama…
            Hamdi çileden çıkmış, tepeden tırnağa kızarmıştı:
 
 -Ahu’ya dil uzatırsan, eşek sudan gelinceye kadar pataklarım seni, ona göre.
            Saçları at yelesine benzeyen futbolcu kendisine söylenen sözün altında kal­madı:
 -Hadi, patakla da görelim bakalım!
            Sinan, gittikçe uzayan, anlamsızlaşan bu tartışmaya son vermek için Hamdi'nin omzuna bir şaplak indirdi:
 -Bir doktora görün, sinirlerin laçka olmuş senin.
 -Nedenmiş?
 -Baksana, pavyon kızları yüzünden arkadaşınla kavga etmeye kalkıyorsun.
            Hamdi sıkıntıyla ensesini kaşıdı:
 -O da söylediği sözlere dikkat etsin öyleyse.
            Duyduklarım bana yetmesine yetmişti de... Ah, benim o iyimser tarafım yok mu?.. Gençleri haklı çıkarmak için çoktan harekete geçmişti bile.
            “Üst üste kamp, antrenman, maç, yolculuk... Kamp, antrenman, maç, yolcu­luk... Böylesine tekdüze bir yaşam, delikanlıları sıkar, boğar. Robot değiller ya, hepsi de kanlı canlı insanlar. Kız arkadaş edinmelerinde yerden göğe kadar hakları var. Hem sonra alan razı, satan razı, kime ne?” diye geçiriyordum içimden.
            Pencereyi açar açmaz içeriye karasinekler üşüşmüştü. Hamdi, alnına, çıplak kafasına konan sinekleri kovalamak derdine düşmüştü. Bir yandan da,
 -Karasinekler, baş belaları sizi! diye söyleniyordu. Hah, defterini dürdüm işte sonunda, dedi, öldürdüğü bir sineğin ardından
            Sinan lafı yapıştırmakta gecikmedi:
 -Sinek katilisin sen oğlum.
            Akşam geceye dönüşmüş, gökyüzü lacivert giysisine bürünmüştü. Restoranın yanan ışıkları çevresinde pervaneler uçuşuyordu.
            Sinan birkaç gün önce katıldığı bir partide esrarlı sigaraları nasıl sardıklarını, elden ele nasıl dolaştırıp içtiklerini ballandıra ballandıra anlatıyordu. Hamdi gözlerini kısmış, soluk bile almadan yerden bitme futbolcuyu dinliyordu. Mehmet ise nasıl oldu da o partiyi kaçırdığına hayıflanıp duruyordu. Sonunda dayanamadı. Kızgınlıkla hayranlık arası bir ruh haliyle birbiri ardına sunturlu küfürler savurdu.
            Artık iyimser tarafım bile bu üç genci savunamıyordu. Ağzımdan kötü bir laf kaçırmamak, pot kırmamak için dilimi ısırıyordum.
            Sinan bir kağıt peçete ile ağzını sildikten sonra,
 -Ne kadar anlayışsız insanlarsınız, dedi. Size boşuna mı esrarlı cıgaradan söz ediyorum. Hâlâ uyanıp da bana bir cıgara vermek aklınızın köşesinden geçmiyor, hayret doğrusu.
             Hamdi,
 -Haklısın, ne desen haklısın, nasıl da uyumuşuz yahu, yuh olsun bize! diye cebine davrandı. Arkadaşlarına birer sigara uzattıktan sonra bana döndü:                                                        
 -Siz de yakmak  ister miydiniz?
            Bir an için, “Bir kere ben size çok kırıldım, darıldım. Siz ne biçim sporcusu­nuz?.. Maşallah, her yol var sizde. İçki, kumar, kadın, esrar... Daha sayayım mı?” demek istedim. Sonra, söylediklerime alınırlar da benimle kavga etmeye kalkarlarsa, zıpkın gibi üç genç adamın elinden beni kim kurtarır?” diye bu düşünceden vazgeç­tim.
            İkram edilen sigarayı,
            “Kusura bakmayın. Ben sigara kullanmıyorum.” diyerek geri çevirmek de pek ince bir davranış olmayacaktı. Öyleyse, yoluyla yordamıyla durumu kurtaracak bir şey söylemeli, bu konuyu kapatmalıydı. Nasıl oldu bilmem, ağzımdan birden,
 -Ben sporcu değilim, sözleri dökülüverdi.
            Ama daha o an, söylediğime söyleyeceğime bin pişman olmuştum. “Ben sporcu değilim, demek de ne demek... Sen bizimle alay mı ediyorsun?” diye sormaya, sorgulamaya kalksalar, ne cevap verecektim? Hiç... Hiçbir şey... İşte şimdi kapana fena kısılmıştım. İnsanın başına ne geliyorsa di­linden geliyor zaten.
            Şaşılacak şey, üç futbolcu genç suratıma aptal aptal baktılar sa­dece. Anlaşılan, dediklerimi kötüye yormamışlardı.
            Bu arada, şişman yolcu karşı masadaki yerine dönmüştü.
            Kafaları tütsülenen gençler, bet, akortsuz seslerle şarkı söylemeye başladılar. Az sonra da şamata içinde masadan kalktılar, trendeki yerlerine yollandılar.
            İnsana huzur veren müthiş bir sessizlik çökmüştü ortalığa. Ama, bütün mutluluk­lar kısa sürer.
            Şişman yolcu sessizliğin sonsuza dek sürüp gitmesine hiç mi hiç niyetli değildi. Göz göze geldiğimiz an,
 -Bana sorarsanız Beyefendi... dedi.
            “İşte gene kafa ütülemeye başladın. Allah Allah, belâ mısın be adam! Sana bir şey sormuyorum. Sormayacağım da... Sesini kes, efendi gibi otur oturduğun yerde.” diye kestirip atmak istedim. Yapamadım. İyimser tarafım yine ağır basmıştı. İster istemez anlattıklarına kulak verdim:
 -Futbolda para var diye şimdiki gençler hep futbolcu olmaya özeniyorlar.
Ama gördüğünüz gibi saygıdan, terbiyeden haberleri yok. Okusalar, başları göğe mi erecekti? Yoo... Açlıktan ağızları kokacaktı. Parasız pulsuz, züğürt insanlar olacak­lardı. Okumuş takımının forsu, gücü eskidendi. Ah, ah... Nerde o eski günler!.. Futbol da o zamanlar zevk için oynanırdı... 
            Dur durak bilmeksizin bir makineli tüfek gibi konuşuyordu. Artık onu susturabil­mek deveye hendek atlatmaktan daha güçtü.
            Gözüm gökyüzünde durmaksızın göz kırpan yıldızlara takılanca, geveze yolcu­nun sözlerini duymaz oldum.

 


Hikmet KURTER

 
Şiirakademisi ticari amaç gütmediği için ürünlere telif hakkı ödemez. Ürünlerin telif hakkı yazarına aittir.
5846 Sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Yasası uyarınca, ürünler site yönetiminden ve yazarından izinsiz kullanılamaz.  
Bebek Giyim - Toptan Oyuncak - web tasarım
Şiir Akademisi - Ana Sayfa